29 Ocak 2025 Çarşamba

Gazneli Mahmut’un Peygamberimize Olan Saygısı

Gazneli Mahmut’un Peygamber Efendimizin mübarek ismine olan saygısını anlatan ibretli bir kıssa…

Hindistan fâtihi Gazneli Mahmud’un “Muhammed” isminde çok sevdiği bir hizmetçisi vardı. Ona dâimâ ismiyle hitâb ederdi. Günün birinde bu hizmetçisini kendi ismiyle değil de babasının ismiyle çağırdı. Sultan Mahmud’un bu tavrı karşısında hizmetçi çok üzüldü ve kalbi kırıldı. Niçin böyle hitâb ettiğini sorduğunda ise Peygamber âşığı Gazneli Mahmud şöyle cevap verdi:

“–Evlâdım! Her gün sana isminle hitâb ediyordum. Zira abdestli bulunuyordum. Şu anda ise abdestim yok. Bu sebeple ismini abdestsiz söylemekten hayâ ediyorum. Onun için seni babanın ismiyle çağırdım.”

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Gönüller Sultanı Efendimize Muhabbet, Erkam Yayınları, 2015

28 Ocak 2025 Salı

EZAN OKUYAN HOROZ


Bir horoz varmış.

Her sabah ezan okuyormuş. Sahibi demiş ki;
-Tekrar tekrar ezan okuma! Yoksa tüylerini yolarım.
Bu tehdit karşısında horoz korkmuş ve kendi kendine demiş ki;
‘Zaruretler mahzurları mübah -helâl kılar. Canımı kurtarmak için ezan okumaktan vazgeçmeliyim. Nasıl olsa benden başka horozlar var. Her halükârda onlar ezan okur.’
Horoz ezan okumayı bırakmıştır artık..
Bir hafta sonra sahibi tekrar gelir ve der ki;
-Eğer tavuklar gibi gıdaklamazsan senin tüylerini yolarım…
Horoz bu tehdit üzerine horozluktan da vazgeçer ve tavuklar gibi gıdaklamaya başlar…
Horoz tam bir ay gıdakladıktan sonra sahibi tekrar gelir ve bu kez şöyle der;
-Şimdi de tavuklar gibi yumurtlamazsan eğer yarın seni keserim!!!
Bunun üzerine horoz ağlamaya başlar ve der ki;
-Keşke ezan okurken ölseydim!
***
*Zalim ve zorbaların ğayr-i meşrû isteklerini yerine getirdikçe zulmün duracağını zanneder..*
Halbûki RABBİMİZ (c.c): “Ve onu ummadığı yerden rızıklandırır. Kim Allah’a güvenirse O, ona yeter…” (Talâk Suresi 3) buyuruyor.
*Ayrıca; “Sen onların milletlerine tabi olmadıkça ne yahudiler, ne de hıristiyanlar senden asla hoşnud ve razı olmayacaklar. De ki, gerçekten de Allah’ın hidayeti, hidayetin ta kendisidir. Şânım hakkı için, sana vahiyle gelen bu kadar bilgiden sonra, kalkıp da onların arzu ve heveslerine uyacak olursan, sana Allah’dan ne bir dost bulunur, ne de bir yardımcı.” Bakara Suresi 120

* Deveye sormuşlar tıklayınız...
* Karıncadan ibret almak tıklayınız...

***
Reklam



Şirkten Sakınmak

 

Her mümin için en büyük tehlike, küfür ve ona eşdeğer sayılan şirktir.

Kur’an-ı Kerimde şirk; büyük bir zulüm olarak bahsedilmiş, pek çok ayeti kerimede onun fenalığı ifade edilmiştir.

Hadis-i Şerifte Resulullah efendimiz (sas) ashabına hitaben:

 “Size büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi?” buyurmuş ve bunu üç kere tekrar etmişlerdi. Ashab “Evet!” deyince şöyle buyurmuşlardı:”(En büyük günah)Allah’a şirk koşmaktır.”(Kütüb-üsitte terc.15/36)

İş bu kadar vahim olunca; hepimiz şirkin ne olduğunu, hangi hallerin şirk sayıldığını çok iyi bilmeli, ondan şiddetle korunmaya çalışmalıyız.

İslami bir terim olarak şirk; Hz. Allah’ın ilahlığında, sıfat ve fiillerinde ve Rabb oluşunda ortağı, benzeri ve eşinin olduğunu kabul etmek demektir.

Ayrıca; yapılan ibadetlerde Allah’tan gayrısını gözetme ve riya gibi kötü hasletler için de şirk kelimesi kullanılmıştır. Riya da gizli şirktir.

 Allahü teala; noksan sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatlarla muttasıftır.

Şeriki (yani ortağı) ve benzeri yoktur. Şirkten, ortaklıktan en uzak ve en beri olan Zatı Ecell-i A’la dır. Cenabı Hakka bu şekilde zati ve sübuti sıfatlarıyla inanıp tasdik etmek tevhit, bunun aksi ise küfür ve şirktir.

Şirk, Hz. Allaha hiç inanmamak değildir. Ona inanmakla beraber, layık olduğu şekliyle inanmayıp ona başkalarını da ortak koşmaktır.

Nitekim asrı sadette Sevgili peygamberimiz (sas)in en azılı düşmanları olan Ebu Cehil ve avenesi de Hz. Allah’ın varlığını inkâr etmiyorlardı. (Yani, bugünkü tabirle ateist değillerdi.) Ancak Hz. Allah’ın yanında kendi putlarını da sözüm ona ufak tefek ilahlar olarak görüyor, onlara da paye veriyorlardı. Bu sebeple bu kişilere Allaha şirk koşan manasına müşrik demekteyiz. Yine Kuran-ı Kerimde ifade buyrulduğu üzere; Yahudiler, Üzeyr (as)’a Allah’ın oğlu diyerek, Hıristiyanlar da İsa (as)’a Allah’ın oğlu diyerek şirke düştüler.

Ateşe, güneşe, putlara tapanlar vb. de müşriktirler.

Bunların yanında değişik şekilde dilimize ve kültürümüze sokulmaya çalışılan eski Yunan, eski Hind vb. eski sapık inançların, mitolojilerin sözüm ona şu tanrısı, bu tanrıçası gibi saçmalıklar da tamamen şirktir.

Bunlara dilimizde, konuşmamızda yer vermemeliyiz.

Bunların belli markalarımıza, ticarethanelerimize isim olarak verilmesi de aynı derecede sakıncalıdır. Cenabı Hakkın gazabına sebeptir.

Yine konuşmalarımızda haşa; ”Tanrılar böyle istedi” vb. ifadeler de aynı derecede yanlış ve sakıncalıdır. Geçtiğimiz yıllarda bizlere dayatılmaya çalışılan dinler arası diyalog vb. şeyler de şirktir.

İslamiyet ortaklık kabul etmez. İmamı Rabbani hz. şöyle buyurur:

 ”İki dini tasdik eden kişi şirk ehlinden sayılır… Hâlbuki küfürden uzaklaşmak İslam’ın şartıdır, gereğidir. Şirk şaibesinden (şüphesinden dahi) sakınmak tevhittir.” (Mektubat c.3 m.41)

Onun için her mümin tam bir iman ve ihlas ile yaşayıp; küfürle eşdeğer olan şirkten korkup sakınmalı, bu hususlarla alakalı ihtiyaç olan dini bilgileri öğrenmeye çalışmalı ve küfür ve şirkten daima Cenabı Hakka sığınmalıdır.

Ayeti Kerimede yüce Mevla’mız şöyle buyuruyor:

“Doğrusu Hz. Allah, kendisine şirk (yani ortak) koşulmasını asla affetmez.

Ondan başkasını (yani diğer günahları) ise, dilediği kimseler için bağışlar ve mağfiret buyurur. Her kim Allah’a şirk koşarsa gerçekten pek büyük bir günah ile iftira etmiş olur.” (Nisa suresi 48)

Bu ayeti kerimeden anlıyoruz ki:

Küfür ve şirkin cezası Cehennemdir. Öyle ki iman sahibi bir kişi bile küfür ve şirk sıfatları olduğu halde bu dünyadan göçerse onun da cezası cehennemdir. Ancak; küfür ve şirk bulaşığı ile ölen müminler bu sıfatlardan temizleninceye kadar cehennemde yanıp, orada temizlendikten sonra cennete gireceklerdir. Tamamen küfür ve şirk içerisinde ölen ise ebedi azap içerisindedir.İmamı Rabbani hz. nin buyurduğuna göre;

 ”Cehennem azabı küfür ve küfür sıfatlarına mahsustur.

Geçici cehennem azabı küfür sıfatının cezasıdır, ebedi cehennem azabı ise bizatihi küfrün cezasıdır.”(Mektubat-ı İmam-ı Rabbani, c.1.M.266)

Tam bu noktada bir islâm büyüğü bizlere büyük bir müjde vererek  buyuruyorlar ki:

 “(Cehennem küfür ve şirkin cezası olduğuna göre) küfür ve şirk bulaşığı olmadan, sadece diğer günahlarla ölen müminlerin; ölüm anında çektiği zorluklar, kabir azabı, mahşer sıkıntısı gibi hallerle günahlarından temizlenip; hiç cehennem azabı tatmadan Cennete girmeleri Yüce Allah’ın sonsuz fazlından ve kereminden ümit olunur.”

Hal böyle olunca, hepimiz şu kısacık dünya hayatımızda dikkat ve sabırla bu tehlikelerden sakınmalı, iman ve salih amellerle dopdolu bir şekilde ömrümüzü tamamlayıp Cennet ve Cemali ilahi ile şereflenmenin gayreti ve heyecanı içerisinde olmalıyız.                                

26 Ocak 2025 Pazar

KİRLENEN RUHUN TEMİZLİĞİ

KİRLENEN RUHUN TEMİZLİĞİ ANCAK TEVBE İLEDİR

İslâm dininde maddî şeylerle kirlenen bir vücudu, bir elbiseyi, bir mekânı temizlemek vazife olduğu gibi günahla, yani manevî kirlerle kirlenen bir ruhu temizlemek de bir vazifedir.
Malumdur ki Allâhü Teâlâ, bizleri, bir imtihan için yaratıp bu dünyaya göndermiş, birtakım vazifeler ile mükellef tutmuştur. Bizim dünya ve âhiret saadetimizin devamı ancak bu vazifelere riâyetle mümkündür. Bu vazifeleri yapmayanlar, Allâhü Teâlâ’nın mukaddes emirlerine muhalefet etmiş olurlar. Böyle bir kimsenin kadri alçalmış, kalbi kararmış, ruhu kirlenmiş, kendisi azâba müstehak olmuş olur. Artık bu hâlde yapılacak şey tevbedir, istiğfardır. Kirlenen bir ruhun nezâfeti, temizliği ancak bunlar ile kâbildir.
Bu sebeple günahlar ile kirlenen ruhları, kalpleri, tevbeyle, istiğfarla, güzel ahlâkla, güzel amellerle temizlemeye, nurlandırıp süslemeye çalışmalıdır. Manevî temizlik, bunlar ile tecellî eder.
Günahların bir kısmı, yalnız, Allâhü Teâlâ’nın haklarına aittir. Diğer bir kısmı da insanların haklarına aittir. Birinci kısımda insan, kalben pişman olup Allâhü Teâlâ’dan mağfiret dilemeli, bir daha öyle bir günahta bulunmamaya katiyen karar vermelidir.
Eğer işlenen günah, küfrü icap ettirecek bir mâhiyetteyse hemen tecdîd-i iman, tecdîd-i nikâhta bulunmalıdır (iman ve nikâh tazelenmelidir). Namaz ve oruç gibi kazâsı lâzım gelen bir ibadetin terki hâlindeyse hemen bunu kazâ etmelidir.
Günahların insanlarla alâkalı kısmında ise yine kalben bir pişmanlık duyarak hem Allâhü Teâlâ’dan mağfiret dilemeli, hem de hakkına girilen kimseden helâllik istemelidir. Kendisini râzı etmeye ve o hakkı ödemeye çalışmalıdır.
İnsan, pâk, masum bir hâlde dünyaya getirilmiştir. Kirli, günahkâr bir hâlde âhirete gitmekten sakınmalıdır. Yâ Rabbi! Bizi uyandır, bizim dualarımızı, tevbelerimizi kabul buyur! Âmîn.


25 Ocak 2025 Cumartesi

Miraç Kandili (25 Ocak 2025 Pazar Akşamı)


Receb-i Şerifin yirmi yedinci gecesi 
mübarek Mi’rac gecesidir. Mi’racResulullah (s.a.v.) Efendimiz’in hem rûhen hem bedenen, Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya, oradan da yedi kat göklere, Hz. Allah’ın dilediği yerlere kadar olan seyahatine ve bu seyahat esnasında nail olduğu mucizelerin tamamına verilen isimdir.

Allâh-ü Teâlâ, lütuf ve ihsanıyla şereflendireceği kullarını çeşitli imtihanlardan geçirmiştir. En büyük derecelere nâil olan peygamberler de herkesten daha çok sıkıntı-ızdırap ve meşakkatlerle karşılaşmış ve sonunda büyük kurtuluşlar yaşamışlardır.

 Resulullah (sas)efendimizin Miracı da; İslamı tebliğe başladıktan sonra, Mekke-i Mükerreme’de on yıldır devam ede gelen sıkıntılardan, özellikle son üç yılda müşriklerin uyguladığı ablukadan kurtulması, bütün bunlara gösterilen sabrın mükâfatlandırılmasıdır.

        Hususiyle; önce amcası Ebû Tâlibin ,kısa bir süre  sonra da en büyük tesellisi  Hz. Hatîce annemizin vefatlarıyla üzüldüğü, İslamı tebliğ için gittiği Taif’te pek çok fenalıklara maruz kaldığı, tabiri caiz  ise üzüntülerin hat safhaya çıktığı, onun için de İslam tarihinde “hüzün senesi” olarak isimlendirilen bir dönemde; sıkıntıların büyük ferahlıklara çevrileceğinin müjdesi olarak huzur-u ilâhîde muazzam ikram ve iltifatlara nail olmasıdır.

         Diğer taraftan Mirac;  Cenabı Hakkın Sevgili Habibini gök ehline, oradaki meleklere tanıtması, Onların da Rasulullah(sas) Efendimizin Risaletini tasdik etmesidir. Bunlar gibi daha bilemediğimiz nice hikmetleri mevcuttur.

 İsra suresinin ilk ayeti kerimesinde Mevla’mız şöyle buyuruyor:                           

”Noksan sıfatlardan münezzeh olan Hz.ALLAH en sevgili kulunu bir gecede Mescid-i Haramdan, etrafını bereketlendirdiğimiz Mescidi Aksaya götürdü Biz Habibimize bu seyahati, mucizelerimizden bazılarını gösterelim diye yaptırdık. Şüphesiz O hakkıyla işiten, kemaliyle görendir.”

     İşte bu ayeti kerime ile anlatılan hususlar ve Mi’rac hadisesinin diğer safhaları, Mirâc hediyeleri, Kandil Gecesi Programlarında izah edilmeye çalışılır. Müminler olarak Mi’rac mucizesine Ayeti kerime ve hadis-i şeriflerde bildirildiği şekliyle inanıp îman ederiz. Peygamber(s.a.v.)Efendimiz(sas)in ve bütün ümmetinin sayısız müjdelere kavuştuğu bu kutlu gece; aynı zamanda melekler âlemi için de Allah resulü ile şereflendikleri müstesna bir gecedir. Bu sebeple her sene miraç kandili, Melekler âleminde büyük manevi merasimlerle yeniden yaşatılıp ihya edilir. Bizler de Ümmet-i Muhammed olarak gücümüzün yettiği nisbette bu geceyi ihyâ etmeye çalışmalı, programlarımızı bu kutlu geceyi ve gündüzünü ihya edebilecek şekilde düzenlemeliyiz.

(Din kardeşlerimizi, anne-babamızı, yakınlarımızı arayarak kandillerini tebrik etmeli, büyüklerin duasını almalı, geçmişlerimizin ruhlarına hediyeler göndermeliyiz.)

Farz ibadetleri cemaatle eda edip, çokça tevbe istiğfar etmeli, mümkün olduğu kadar nafile ibadet yapmaya da gayret etmeliyiz.En büyük istiğfar olan tesbih namazını kılmalı, İslam büyüklerinin bu gecede yapılmasını tavsiye ettikleri bazı hususi ibadetleri de ihmal etmemeliyiz.

Şöyle ki; o gece yatsı namazından sonra 12 rekat hâcet namazı kılınır. Her rekâtta Fatiha’dan sonra 10 İhlası şerif okunur.)

 (Yine o gün öğle ile ikindi arasında 4 rekat teşekkür namazı kılınır. Her rekatında Fatiha’dan sonra 5’er adet Ayetel Kürsi,Kulya,İhlas,Felak ve Nas sureleri okunur. Bu mübarek geceyle şereflendirdiği için Mevla’mıza şükredilir.)

(Ayrıca  Mi’rac gecesinden sonraki gün oruç tutmak 60 aylık nafile oruca denk olduğu müjdelenmiştir..)

Mirac; sıkıntıları ferahlığa tebdil edildiği,Cenabı Hakkın bizlere büyük İkram ve hediyelerinin olduğu mübarek bir gecedir.Böyle bir gecede her türlü maddi ve manevi müşkülatımızın  halli için, gidilecek son merci  olan Cenab-ı Mevla’nın kapısında göz yaşları dökmeli, kulluk vecibelerimizi yeniden gözden geçirmeli, Sevgili Habibine olan iltiması  hürmetine dünya ve ahiret saadetini  kazanmaya çalışmalıyız.

İSRÂ VE Mİ’RÂC MÛCİZESİ

Peygamberimiz (s.a.v), Hicret’ten bir buçuk sene evvel Receb ayının 27. gecesi Burak ile Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya götürüldükten sonra Sahra’dan semâya çıkarıldı. Semâ katlarının her birinde peygamberlerden biriyle görüştü. Nice melekler gördü. Cennet ve cehennemi müşâhede etti, gördü. Sidre-i Müntehâ’yı geçti, Allâhü Teâlâ’nın melekûtundan birçok acâyibât gösterildi. Beş vakit namaz emriyle aynı gece geri döndü. Sabah mescide çıkıp Kureyş’e haber verdi. Şaşkınlık ve inkârdan kimi el çırpıyor, kimi elini başına koyuyordu. Îman etmiş olanlardan bâzıları, dinden döndüler. İçlerinden bir kısmı Hz. Ebûbekr’e (r.a.) koştular: “Eğer bunu o söylediyse şüphesiz doğrudur.” dedi. “Onu, bunda da mı tasdik ediyorsun?” dediler. “Ben onu bundan daha ötesinde de -yani peygamberliğini- tasdik ediyorum!” dedi. Bunun üzerine “Sıddîk” diye isimlendirildi. Kureyşlilerden Mescid-i Aksâ’yı bilenler Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) onunla alâkalı sualler sordular, târifini istediler. Allâhü Teâlâ Mescid-i Aksâ’yı Resûlullâh’a gösterdi, ona bakıp târif ediyordu. Müşrikler, “Târifinde doğru söyledi.” dediler.

Sonra da “Haydi bakalım, bizim kervanı haber ver. O, bizce daha mühimdir. Onlardan bir şeye rast geldin mi?” dediler. “Evet, filanların kervanına rast geldim, Revha’da idi. Bir deve yitirmişler, arıyorlardı. Yüklerinde bir su kırbası vardı. Susadım, onu alıp su içtim ve yine yerine koydum. Geldiklerinde sorun bakalım, kırbada suyu bulmuşlar mı?” buyurdu. “Bu da diğer bir delildir.” dediler. 

Sonra sayılarını, yüklerini, şekillerini sordular. Bu defa da Resûlullâh’a (s.a.v.) kervan gösteriliverdi ve sorduklarının hepsini haber verdi: “İçlerinde falan ve filân, önde karamtık beyaz bir deve üzerinde dikilmiş iki büyük çuval olduğu halde filân gün güneşin doğuşuyla beraber gelirler.” buyurdu. “Bu da diğer bir delildir.” dediler.

O gün hızla tepeye doğru çıktılar. Güneş ne zaman doğacak da onu yalancı çıkaracağız diye bakıyorlardı. Derken içlerinden birisi “Güneş doğdu.” diye haykırdı, diğer birisi de “İşte kervan geliyor, önünde karamtık beyaz deve ve içlerinde falan ve filan da var, tıpkı dediği gibi.” dedi.

Böyle iken yine îmân etmediler de “Bu apaçık bir sihirdir.” dediler. (Elmalılı Tefsîri, İsrâ sûresi, âyet 1) 

***

Mİ‘RÂC GECESİ’NDE VE GÜNDÜZÜNDE YAPILACAK İBÂDET

Receb-i Şerîf’in 27’nci gecesi  Mi‘râc Gecesi’dir. Yatsı namazından sonra 12 rek’at Hâcet namazı kılınır. Beher rek’atte Fâtiha’dan sonra 10 İhlâs-ı Şerîf okunur. Namaza niyet şöyledir: “Yâ Rabbi, rızâ-yi şerîfin için niyet eyledim namaza. Bu gece yedi kat gökleri ve bütün esrârını göstererek muhabbetin ile müşerref kıldığın sevgili Habîbin Resûl-i Zîşân Efendimiz hürmetine ben âciz kulunu aff-ı ilâhîne, feyz-i ilâhîne ve rızâ-yı ilâhîne mazhar eyle.” Allâhü Ekber

Namazdan sonra:

4 Fâtiha-i Şerîfe,

100 defa, “Sübhânallâhi ve’l-hamdü lillâhi velâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber, Velâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-azîm”,

100 İstiğfâr-ı şerîf,

100 Salevât-ı şerîfe okunup duâ edilir.

Bu namaz her rek’atte yüz ihlas okuyarak on rek’at kılınır veya on ihlas okuyarak 100 rek’at kılınırsa; -bunu yerine getiren mü’min bu namazın feyz ve bereketiyle- huzûr-i ilâhiye namaz borçlusu olarak çıkmaz.

Hadîs-i şerîfte, Mi’râc (Receb-i Şerîf’in 27.) gecesinin gününde oruç tutana altmış ay oruç sevâbı yazılacağı va’dedilmiştir. O gün öğle ile ikindi arasında 4 rek’at namaz kılınır. Her rek’atte Fâtiha’dan sonra 5 Âyetü’l-Kürsî, 5 Kul yâ eyyühe’l-kâfirûn, 5 İhlâs-ı Şerîf, 5 Kul eûzü birabbi’l-felak, 5 Kul eûzü birabbi’n-nâs sûreleri okunur. (Duâ ve İbâdetler, Fazilet Neşriyat)

Miraç bize ne söyler? tıklayınız…

HAZRET-İ ALİ RADIYALLÂHÜ ANH’TEN HİKMETLER


 İnsanın sözü, kalbinde olanı haber verir.

Kur’ân-ı Kerîm’i öğrenin, zira o, kalplerin baharıdır (kalpler onunla canlanır).

İlim gibi izzet ve şeref yoktur. Cehalet gibi de fakirlik yoktur.

İlim ve irfan, iman nuruyla mamur ve faydalı olur.

(Hakîkî) âlimlerin meclisleri, Cennet bahçeleridir.

İlim, kalbe yerleşmedikçe, sadece işitmekle fayda vermez.

İlmin fayda vermeyeni, kendisiyle amel edilmeyip yalnız dilde dolaşanıdır. En yüksek ve faydalı ilim ise eseri, âzâlarda görülenidir. Yani ilim ve amel, ceset ve ruh gibi bir arada olmalıdır. İlim ve amel birliktedir; kişi, ancak bildikten sonra bildiğiyle amel edebilir.

İnsanlar, bilmedikleri şeyin düşmanıdırlar.

Bilmediğin şeyi söyleme. Az bile olsa sadece bildiğini söyle.

İnsan, her söylediğini bilmeli, fakat her bildiğini söylememelidir.

Her işittiğini, başkalarına söyleme. (Zira her işittiğini söylemek, insanın yalancılığını gösterir.)

Kişinin sözü, aklının ölçüsünü gösterir.

Edepsizlikle, izzet ve şeref, bir arada bulunmaz.

İnsanlardan bir şeyler ummayı terk etmek, zenginliğin zirvesidir.

Kim dini için ihlâsla hizmet eder, çalışırsa, Allâhü Teâlâ, onun dünyasına kâfidir.

İçini ıslah edenin, dışını da Allâhü Teâlâ ıslah eder.

Gerçek garîb, vefâlı dosttan mahrum kalandır.

Dostları ziyaret etmekle, aradaki muhabbet tazelenir.

İkiyüzlülükle muhabbet bir arada bulunamaz.

Güzel ahlâklı kimselerle arkadaş olmak, büyük kerâmettir.

Hakkı bilirsen, ehl-i hakkı da bilirsin..

18 Ocak 2025 Cumartesi

Yenilenen Bir Ruh Yesar’dan Hazreti Yesar’a…


Günümüz tabiriyle, kimsenin insan yerine koymadığı, herkesin hor ve hakir gördüğü, Hayber Yahudilerinden Amir’in, sürülerini otlatan Habeşli (siyahi) bir kölesi vardı. İsmi Yesar olan bu çoban, Sevgili Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ile yaşadığı hâdise neticesinde âdeta yenilenerek bambaşka bir kimliğe bürünecek,
“Her insan, muhteremdir, her insan, saygı ve sevgiye layıktır,” sözünün tabela şahsiyetlerinden olacaktı.

Sevgili Peygamber Efendimiz (s.a.v.), İslam’ı yaymak için var gücüyle çalışıyordu. Bu niyetle gidilen rota, bu defa Hayber’di. Burada bulunan kalelerden bazıları kuşatılacaktı. Hayberliler, haberi çoktan almış, hazırlıklarını yapmış, kılıçlarını kuşanmışlardı.

Yesar, bu hareketliliğin sebebini sorduğunda, şirk ehlinden şu cevabı aldı: “Şu peygamber olduğunu söyleyen kişi var ya, onunla savaşmaya hazırlanıyoruz.” 

Yesar, hayatında ilk kez “peygamber” kelimesini duymuştu. Bu kelime, kalbinde bir kıvılcım uyandırmış, içinde farklı bir his meydana getirmişti.

Sorulardan hakikate

Yesar’ın zihninde sorular art arda sıralandı: Peygamber denilen kişi kimdi? Nasıl biriydi? Amacı neydi? Neyin peşindeydi ki ona karşı kılıçlar çekilmişti? Kalbindeki  his, kafasındaki sorularla birleşerek onu harekete geçirdi. Kale dışında otlattığı koyunlarını, hızla İslam ordusunun bulunduğu tarafa sürdü. 

Orduya ulaştığında, uzakta gördüğü nur yüzlü zat, peygamber dedikleri kişi olsa gerek diye düşündü. Hayatında böyle bir güzellik görmemiş, böyle bir huzur hissetmemişti. Sorularla dolu zihni, o an için sustu, kalbindeki hisler daha da belirginleşti. Hemen toparlanarak, Sevgili Peygamber Efendimizin (s.a.v.) huzuruna geldi ve heyecanla sordu:

“Peygamber diye bahsettikleri kişi sen olmalısın. Sen, insanlara ne anlatıyorsun, onlara neler diyorsun?”

Sevgili Peygamber Efendimiz (s.a.v.), tebessümle Yesar’ın yüzüne baktı. Sözleri yumuşak ama netti: “İnsanları İslam’a davet ediyorum; Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim de O’nun Resulü olduğuma şehadet etmelerini istiyorum. Allah’tan başkasına ibadet etmemelerini öğütlüyorum.”

Yesar, dikkatle dinliyordu. Kalbinde garip bir sıcaklık, gözlerinde ise derin bir merak vardı. Sorularına devam etti: “Peki, söylediklerine inanır ve kabul edersem bana bir şey var mı? Elime bir şey geçecek mi?”

Sevgili Peygamber Efendimiz (s.a.v.) cevap verdi: “Bu iman üzere ölürsen, sana Cennet var.”

Bu sözler, Yesar’ın yüreğindeki hisleri daha da güçlendirdi. Bir an düşündü, ardından cesaretini toplayarak sordu: “O hâlde, nasıl Müslüman olacağımı anlatır mısınız?”

Sevgili Peygamber Efendimiz (s.a.v.), İslam’ın esaslarını ve teslimiyetin anlamını açık bir şekilde anlattı. Yesar ise anlatılanların her birini samimiyetle kabul etti; Müslüman oldu.

Yesar için yeni bir hayat başlamıştı. Suret aynıydı, ama ruh bambaşkaydı. O artık iman nuruyla aydınlanmış bir insandı.

İnsanın asıl değeri

Bedenen çelimsiz Yesar, hayatında hiç görmediği bir muamele ile karşı karşıyaydı. Sevgili Peygamber Efendimiz (s.a.v.), onu ciddiye almış, sorularına sabırla, sükûnetle cevap vermiş ve ona insanlığın en büyük nimeti olan imanı kazandırmıştı.

Sevgili Peygamber Efendimizin (s.a.v.) ölçüsü netti: “İnsanın değeri; mal, mülk, para, renk, fizikî güzellik, soy sop da değil, iman ve itaatinde, Hazreti Allah’a ve onun peygamberine olan bağlılık ve teslimiyetinde idi.

Yesar, bu sözlerin derin anlamını kalbinde hissediyor, samimi bir teslimiyetle İslam’ın güzelliklerini kavramaya çalışıyordu. Ancak içini kemiren bir soru vardı. Küçümsenmeye alışmış biri olarak, bu yeni hayatta da aynı değersizliği hissetmekten korkuyordu. Çekinerek Sevgili Peygamber Efendimize (s.a.v.) sordu:

“Ya Rasulallah! Ben, insanların küçümsediği siyah tenli, çirkin yüzlü, malı mülkü olmayan birisiyim. Eğer şu Yahudilerle çarpışırken ölürsem, yine de Cennete girebilecek miyim?”

Sevgili Peygamber Efendimizin (s.a.v.) kararlı bir şekilde verdiği “Evet” cevabı, Yesar’ın yüreğinde derin bir huzur ve mutluluk dalgası oluşturdu. Artık o, dünyanın en mutlu insanıydı.

Emanet, her ne olursa olsun sahibinindir

Yesar’ın kafasındaki sorular cevaplanmıştı ancak çözülmesi gereken önemli bir mesele daha vardı: Yanındaki sürüler ne olacaktı? Onları sahiplerine nasıl iade edecekti? Bu soruların cevabını bulmak için hiç zaman kaybetmeden Sevgili Peygamber Efendimize (s.a.v.) danıştı: “Ey Allah’ın Rasûlü! Ben, şu görmüş olduğunuz sürünün çobanıyım. Onlar hâlâ benim himayem altında. Peki, bu sürüyü ne yapmalıyım? Yanımda mı kalacaklar, yoksa sahibine mi iade etmeliyim? Eğer iade edeceksem, bunu nasıl yapacağım? Bana bir yol gösterebilir misiniz?”

Yesar’ın hassas düşüncesinden neşet eden sualinden memnun olan Sevgili Peygamber Efendimiz (s.a.v.), tebessümle şöyle buyurdu: “Onları, ordumuzun bulunduğu yerden çıkar. Arkalarından küçük taşlar atarak kaleye doğru yönlendir. Umuyorum ki Hazreti Allah, sürüyü sahibine ulaştıracaktır.”

Yesar, Sevgili Peygamber Efendimizin (s.a.v.) sözü biter bitmez, yerinden bir ok gibi sevinçle fırladı. Yerden, içinde küçük taşlar olan bir avuç kum aldı, koyunların üzerine doğru savurup yüksek sesle seslendi: “Hadi, sahibinize dönün. Artık ben, size çobanlık yapmayacağım!”

Ağzından çıkan bu söz, koyunların yeni çobanı olmuştu sanki. Koyunlar, “bu söz” tarafından sürülüyormuşçasına topluca hareket ederek kaleye doğru ilerlediler ve sonunda sahiplerinin yanına döndüler. Hak yerini bulmuş, emanet, sahibine iade edilmişti.

Yesar, nasibi bol bir insandı. Müslümanlığın ne olduğunu ve bir Müslümanın nasıl olması gerektiğini, bizzat yaşadığı olaylar üzerinden öğreniyordu. Sevgili Peygamber Efendimiz (s.a.v.), sürünün kalmasını isteyebilirdi. Harp hâlinde oldukları bir topluluğa karşı böyle bir karar alması normal karşılanabilirdi. Ancak onun ahlâkı ve hak-hukuka olan hassasiyeti, hakikat neyi gerektiriyorsa onu yapmasını söylüyordu.

O, her daim emanete riayet eder, hıyaneti asla caiz görmezdi. Bu özelliklerinden ötürü değil miydi ki, kendisine daha peygamberliği öncesinde “el-Emin” sıfatı verilmişti?

Sevgili Peygamber Efendimiz (s.a.v.), rahmetin ve barışın timsaliydi. Savaş, onun asla arzu etmediği bir durumdu; ancak zaruret hâlinde, her zaman adaletin gerektirdiği ölçülere titizlikle uyardı. İslam tarihi, bu hassasiyetin misalleriyle doludur.

Savaş hukuku konusunda daima hak ve adaleti gözeten Sevgili Peygamber Efendimiz (s.a.v.), zulmü, işkenceyi, masumlara zarar vermeyi yasaklamıştı. Çocuklara ve yaşlılara el uzatmayı, ağaçları kesmeyi ve çevreye zarar vermeyi men ederdi. Emanete sadakat ve hak sahibine hakkını teslim etmek, onun düsturunun esaslarını oluşturuyordu.

Yesar’ın teslim ettiği koyunlar da, bu düsturun en güzel örneklerinden biri olarak tarihe geçmişti hiç şüphesiz.

İbretlik bir olay, ibretlik bir âkıbet

Yesar’ın Müslüman olduğunu, sürülerin gelmesinden sezen Yahudiler, sinirlerinden ne yapacaklarını şaşırdılar. Çok geçmeden saldırıya geçtiler ve harbi başlattılar. Harbin iyice kızıştığı bir anda, düşmanın attığı bir taş, Yesar’ın başına isabet etti ve onu şehit etti.

Yesar, Müslüman olduktan kısa bir süre sonra şehit olmuştu. İki büyük nimeti; iman ve şehitliği, Hazreti Allah ona nasip etmişti. Senelerce boşa geçen bir ömür, kısa zamanda farklı bir boyuta ulaşmıştı. İman nimeti, sahibine ebedi hayatı kazandırmıştı.

Şehit düşen bedeni, Sevgili Peygamber Efendimizin (s.a.v.) huzuruna getirildi ve üzerine bir örtü serildi. Sevgili Peygamber Efendimiz (s.a.v.), ona derin bir hüzünle baktı. Ardından mübarek dudaklarından şu sözler döküldü: “Hazreti Allah, bu kuluna Müslümanlığı nasip etti. Onu hayra ve güzelliğe sevk etti. Az önce, meleklerin, Yesar’ın yüzünden tozları silerlerken, ‘Allah, seni toza toprağa bulayanın yüzünü toza toprağa bulasın. Seni öldüreni öldürsün,’ dediklerini işittim.”

Bir tarafta, kimsenin insan yerine koymayıp hor ve hakir gördüğü Yesar; diğer tarafta, samimi imanı neticesinde Müslüman olduktan kısa bir zaman sonra şehadet mertebesine erişmiş ve meleklerin kendisine gıpta ettiği Yesar (r.a.).

Yesar (r.a.), kıyamete kadar gelip geçecek insanlara samimiyette ve itaatte örnek olarak anlatılmayı sonuna kadar hak etmişti.

Bu hâdise vesilesiyle hakikat, iman eden bir kulun, Rabbine olan bağlılığıyla nasıl yenilenen bir ruha ve ebedî bir değere kavuştuğunu bizlere gösteren en güzel örneklerden biri olarak hatırlanacaktır.

Serhat Er

Önce Kendine Bak!