16 Şubat 2025 Pazar

Deveye Sormuşlar

 

İnsanoğlunun ilk defa aynada kendi suretini görmeye başladığı ve merakın henüz taze olduğu asırlardı. Büyük Sahra’nın uçsuz bucaksız kum denizinin ortasında, kervan usul usul yol alırken, kervancıbaşı göz kamaştırıcı bir şey fark etti. Kumların arasında yarıya kadar gömülmüş, rüzgarlarının izlerini üzerinde taşıyan büyükçe bir ayna duruyordu. Bu öyle bir aynaydı ki, bir devenin heybetli gövdesini, uzun boynunu ve koca kamburunu bile eksiksiz gösterebilecek kadar geniş ve ihtişamlıydı.

Kervan ahalisi, bu beklenmedik keşfi hayretle karşıladı. Aynayı kervanın en görkemli devesinin sırtına dikkatle yüklediler. Çölün yakıcı güneşi yavaş yavaş alçaldı, kumlar serin bir esintiyle yumuşamaya başladı. Nihayet akşam olduğunda, kervan mola verdi. Yorucu yolculuğun ardından yükler birer birer indirildi, devenin sırtındaki ayna da büyük bir itina ile yere kondu. 

Derken, meraklı kervan ahalisinin aklına bir fikir geliverdi: “Şu aynayı bir de devenin gözü önüne koyalım.” Herkes bir araya gelip büyük bir merak ve heyecanla bekleşirken, aynayı devenin karşısına yerleştirdiler. Kumların üstüne serilmiş bu aynanın önünde, deveye sorulacak çok şey ve cevabını merak ettikleri pek çok sual vardı.

***

Deveye sormuşlar: “Aynada kendine bakınca ne hissedersin?” Deve aynanın karşısına geçip gözlerini hafifçe kısmış, aynadaki suretine biraz daha yaklaşarak, sanki bir şeyler arıyormuş gibi bakmış. “Aynada gördüğümden fazlasını bulamam,” demiş. “Çünkü ayna, yalnızca sureti yansıtır; içimdeki hakikat ise bir ayna ile izhar edilemez. Herkes kendi suretini seyretmekle meşgulken, asıl hakikati görmekten acizdir.”

Deveye sormuşlar: “Ağzına dikenler batmaz mı senin?” Deve gözlerini mahmurca kapayıp, başını ağır ağır sağa doğru eğmiş, koca dudaklarını bir hışımla birbirine sürtüp derin bir nefes vermiş. “Elbette batar,” demiş. “Amma velâkin bizler ezelden beri sabrın ve tahammülün timsali sayılırız. Âşiyane bilmediğimiz bu çöl ikliminde, diken bile nimet addedilir. Bizim nasibimize diken düşmüş; lakin ağzımız da ona göre yaratılmıştır.”

Deveye sormuşlar: “Ya inişi mi seversin, yokuşu mu?” Deve bu sual karşısında önce az biraz duraksamış, sonra da uzun boynunu semaya doğru uzatıp aniden nazarlarını insanlara çevirmiş: “Düze kıran mı girdi?” diye söze başlamış. “Benim gibi kambur görünen bir hayvan için, iniş de yokuş da yekpare bir mihnet faslıdır. Amma velâkin insanı hakikatle buluşturan da bu meşakkatli yollardır. Her bir çıkışın ardında gizli bir iniş, her bir inişin ardında ise görünmez bir çıkış vardır. Yine de siz düz yoldan şaşmayın!”

Deveye sormuşlar: “Peki, bu kambur gibi görünen şeyi taşımak zor gelmez mi sana?” Deve, sükûnetle aynanın önüne yürüyüp suretini uzun uzun seyretmiş; o koca sırtındaki kamburu sağa sola kıpırdatarak, dudaklarında beliren bir gülümseme ile: “Kamburdan ne gam!” demiş. “Sırtımdaki şekilden ötürü bana atfedilen bu “kambur” ise pekâlâ taşıyabileceğim bir yüktür. Kambur dışarıda olursa mesele değildir.

Zira asıl yük, insanın içindeki kamburdur; onu ne sırtında taşır ne de aynada görebilir. Gönlündekini taşımak daha da meşakkatlidir.”

Deveye sormuşlar: “Niçin boynun eğri?” Deve bu sual karşısında ağır aksak başını dikleştirip, çehresinde bir asudelik belirmiş halde: “Başım dik olsa dahi, gönlüm hep tevazuda olmalıdır,” demiş. İnsanın ömrü türlü mihnetlerle imtihan olur. Hayatın yükünü taşıyanlar başını hep dik tutmak için uğraşır; amma eninde sonunda bu hayat, insana baş eğdirir.

Bu nedenle başımın dik olup olmaması mühim değildir; asıl olan, boynumu eğdiğimde de başımda gururun yer etmemesidir.”

Deveye sormuşlar: “Hep yük taşıyorsun, bu kadar zahmete değer mi?”

Deve derin bir nefes alıp, ufka doğru bakarken hafif bir iç geçirerek: “Deve yüküyle maruftur; zira yükünü sırtlanıp uzun yol yürüyendir. Amma bu yük, sadece sırtımdakinden ibaret değildir. 

Her bir adımda içimde taşıdıklarımı da yüklenirim. Buranın yükünü hafifletmek gayreti her birimizdedir; kimisi sırtında yükü taşır, kimisinin kendisi yük olur kendisini taşıttırır.”

Deveye sormuşlar: “Neden hendek atlatmak deveye zor gelir?” Deve, bu suali işitince dudaklarını büzüp başını bir o yana bir bu yana sallamış, sonra da sakin bir edayla cevap vermiş: “Efendim, bizim fıtratımızda heybet vardır. Hendek dediğin, cüssesi ufakların işidir; lakin biz hem azametli hem de ağırbaşlıyız. Böyle iri cüsseli bir varlığa, ‘atla, zıpla’ derseniz elbette müşkülat çıkar. Biz, geniş ve uzun yollara talibiz. Hem şu var ki, hendeği atlarken tökezlersek, düşmek de büyük olur, neticede zararı büyüktür. En iyisi biz dümdüz yolları yürüyelim, hendekler başka iştahlı mahluklara kalsın.”

***

Gece yarısı, yıldızların altında sorular azalırken deve, aynadaki yansımasına derin bir tefekkürle bakıyordu. Sabaha karşı, çölün serin rüzgârı eşliğinde, kervan yeniden yola koyuldu. Deve, emin adımlarla başını kaldırarak yürürken, sanki aynadaki sureti ona yeni bir idrak kazandırmıştı. Ve o günden sonra, çölün efsaneleri arasına devenin aynayla buluşması da dâhil edildi. “Devenin aynadaki hikmeti,” dediler, “belki de her can, kendi aynasında hakikati görmeye çalışmalıdır.” Çöl ise, bu bilgece sohbetin akislerini kumlar arasında muhafaza etmeye devam etti; develerin derin sükûnet içinde yürüyüşleri gibi...

Ümit Yüksel

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Önce Kendine Bak!