24 Mayıs 2025 Cumartesi

Hz.İbrahim(A.S.)’in Rüyası ve Kurban Kıssası

 

             İbadet bitince, bir ara uyku bastırıyor.

           Ve bir rüya : Hazret-i İsmail… yanında bir melek… Hz.İbrahim, meleğe bakıyor, ama konuşmuyor, susuyor. İçinde sanki bir endişe var. Melek :

            -Ya İbrahim, diyor. Ben Allah’ın elçisiyim. Sana, Rabbimin emrini tebliğ ediyorum : Kalk, bu oğlunu kurban et! …

            Hazret-i İbrahim, titreyerek uyanmıştır.

            Düşünüyor.

            Bu bir rüya, fakat Rahmani mi, şeytani mi? Bir karar veremiyor.

            Aynı gece, sabaha karşı, yine bir rüya yine aynı Melek, yine tebliğ :

            -Ya İbrahim, Rabbin emrediyor; oğlunu kurban et!

            Allah Resulü, yine telaşla uyanmıştır. Yine mütereddit.

            Yine kendi kendine soruyor :

            -Bu rüya Rahmani mi, şeytani mi?

            Ertesi gece, yine aynı şekilde bir rüya ve emir :

            -Ya İbrahim, oğlunu Allah için kurban et ve sözünü yerine getir. Rabbin, sana bunu emretti. Rabbin sana bunu emretti. Rabbin sana günah işlemeği emretmez. Taatı, emreder.

            Allah Resulü uyanmıştır. Gördüğü rüyanın Rahmani ve doğru rüya olduğuna tamamen kanaat getiriyor.

            Evet, ahdi vardı. Bir oğlu olursa, onu, Allah’a kurban edeceğine söz vermişti. O bu ahdini unutmuş değildi. Her gün aklında idi. Fakat babalık sevgisi, her gün bir parça ona bu ahdini geciktiriyordu. Bu gecikme, artık daha fazla uzayamazdı. Çünkü ilahi hatırlatma sadır oldu. Kurban :

            Allah için kurban !

            On yaşındaki oğlu kurban etmek…

            Muhabbet sarayının sultanı evlad, kurban edilecek.

            …..

            Emir : Allah’tan.

            İtaat : Halilullah’tan.

            Allah’ın Halili, zevcesi Hazret-i Hacer’e :

          -  Ey benim sevgili oğlumun anası, diyor. İsmail’i güzelce yıka, sonra güzel kokular sür, bir dostu ziyarete gideceğiz.

           Hz. Hacer, büyük hadiseden habersiz, Allah Resulünün emrini yerine getiriyor : Nurlu çocuk, anasının ihtimamlı ellerine yıkanmış, güzel kokulara bulanmış, misk gibi kokmaktadır.

            Hz. Hacer, biricik oğlunu kocasına gösteriyor :

            - İsmail hazır!

            Hz.İbrahim, sevgili oğluna :

          - Yanına bir bıçak birde ip al, diyor.

          Hz. Hacer soruyor :

          - Bıçakla ipi ne yapacaksın?

Allah Resulü titriyor. Fakat belli etmek istemiyor.

Nasıl belli eder?

Nasıl söyler?

Nasıl :

- İsmail’i keseceğim, kurban edeceğim, diyebilir?

Diyemiyor.

-          Belki çiftliğe uğrarız, Allah rızası için bir koç kurban ederiz.

Ah bir koç!

Allah rızası için kurban edilecek olan en güzel koç!

Güzel evlat :

Nurlu ciğerpare.

Allah’ın Halili olmak kolay mı?

Allah’a söz vermek kolay mı?

Allah’ın emrinden çıkmamak, kolay mı?

Allah’ın Resulü önce, Hz.İsmail arkada, belinde ip, elinde bıçak evden çıkıyorlar.

Hz.Hacer, arkalarından bakıyor. Baba oğul, ne de güzel yürüyorlar. Birbirlerine ne kadar da benziyorlar. Allah, ne büyük nimet ihsan etti. Çok ıstırap çektiler ama, şimdi ne kadar mes’ut hissediyor kendisini. Onlara, arkalarından sesleniyor :

-          Çabuk gelin kuzum, beni merakta bırakmayın.

          Her ananın söylemeye alışmış olduğu söz : merak…

            Fakat bilmiyor.

            Bilse ki, bu gidişte en büyük merak gizli?

            Bilse ki, bu gidişten maksat, dönmemektir.

            Bilse ki, can paresi, kurban edilmeğe götürülüyor…

            Çıldırır.

            Hz.İbrahim ile nurlu çocuk konuşarak, şehrin dışına çıkmışlardır. Hz.İsmail soruyor :

            -Babacığım, nereye gidiyoruz?

            -Büyük bir dosta oğlum.

            -Onun evi nerededir?

            Allah Resulü yine titriyor.

Ne yapmalı ne demeli?

Büyük hakikat, biraz sonra belli olacak, alıştırmak lazım :

- Oğlum, diyor, O büyük dost; evden, mekandan münezzehtir. Yerler, gökler onun mülküdür.

- Babacığım, O dost bizimle oturup yemek yer mi?

- Hayır oğlum, O, yemekten, içmekten de münezzehtir.

Nurlu çocuk, susuyor.

                        İBLİS TELAŞTA!

Baba – oğul konuşmadan yürüyorlar.

Yürüye yürüye, Beşir dağının eteklerine gelmişlerdir. Şimdi dağa tırmanıyorlar.

Dağ sallanıyor.

Zangır, zangır dağ titriyor.

Ve dile geliyor.

- Ya Rab, bu ne gündür ki, bir Peygamber, kendi oğlunu, kendi eli ile benim üzerimde öldürecek.

Nur yüzlü çocuk şaşırmıştır. Babasına soruyor :

- Babacığım, ne oluyor? Dağ niçin sallanıyor?

Allah Resulü, tam bir tevekkülle cevap veriyor :

- Allah kadirdir ; istediğini yapar.

Yine baba oğul susuyorlar.

Yola devam.

İblis telaşta. Mel’unun asıl vazifesi, şu anda : Allah’a muti(itaat eden) insanı, azdırmak. Caydırmak için elinden geleni yapacak.

Kendi kendine :

-          Eğer, diyor, bu fırsattan istifade edemezsem yazık bana.

Ve Hz. Hacer’e koşuyor; bir ihtiyar kıyafetindedir. O’na soruyor :

-          İsmail’i babası nereye götürdü?

-          Bir dost ziyaretine beraber gittiler.

-          Hayır, babası, onu kesmeğe götürdü.

-          Baba avladını keser mi?

-          Zannederim ki, Allah’tan emir aldı…

-          O zaman mesele yok. Biz Allah’ın emrine uyarız.

Olmadı.

Şeytan, imanlı kadını azdıramadı.

Koşarak, baba ile oğlun yanına geliyor.

Allah Resulü önde, nurlu çocuk arkada, dağın son yokuşlarına tırmanmaktadırlar.

İblis, aynı ihtiyar kıyafeti ile Hz.İsmail’in yanına yanaşıyor, yavaşça :

- Oğlum, diyor biliyor musun, baban seni nereye götürüyor?

Nurlu çocuk, gayet müsterih, cevap veriyor :

-          Büyük bir dosta.

-          Bilmiyorsun, seni öldürmeğe götürüyor

-          Sen hiç gördün mü ki, bir baba, oğlunu öldürmüş olsun?

-          Ama, bunu Allah, babana emretmiş.

-          O zaman olur. Biz Allah’ın emrine mutîiz.

Yine olmadı. Şeytan, yine telaşta… Muvaffak olamıyor. Bu defa nurlu çocuğun yanından hızla ileriye fırlıyor, Hz.İbrahim’in yanına sokuluyor:

- Ya İbrahim, diyor, dikkat et, yanlış yoldasın, gördüğün rüya, şeytanın işidir. Şeytan, rüyanda sana, oğlunu kurban etmeni söyledi. Sakın bu işi yapma, Allah’a âsi olursun.

Halilullah, şeytanı tanımıştır.

-Ey Allah’ın düşmanı, diyor. Senin mel’anetinle, Allah’ın emrine yerine getirmeyeceğimi mi sanıyorsun? Defol şuradan!

Şeytan, sırra kadem basmıştır.

Baba – oğul da dağın tepesine varmışlardır.

Fakat, şeytan; şeytandır, İblis, mel’undur. Gizlendiği dağın içinden gûya dağ konuşuyormuş gibi, sesleniyor :

-          Ya İsmail ben Beşir Dağı, sana sesleniyorum : Şimdi burada, senin kanın dökülecek, senin mezarın benim toğrağım olacak.

Nurlu çocuk etrafına bakınıyor. Sonra, babasına telaşla soruyor.

-          Bu ne demek babacığım?

Allah Resulünün hüznü, oğlunun saf, temiz telaş ve heyecanla büsbütün artmış, kalbinden kopan babalık şefkatinin yaşları, gözlerine kadar dolmuştur. Kendisini zaptederek :

- Bu; şeytan, oğlum, şeytan bu! Diyor ve ağlamamak, gözlerinde biriken yaşları yağmur gibi akıtmamak için, susuyor, başını öbür tarafa çeviriyor.

Dağın tepesindeler.

Baba – oğul konuşmadan duruyorlar.

Allah’ın dağı.

Kimsecikler yok

Dağın ortasında, Allah’ın emrine mûti, Allah’ın büyük peygamberi, Allah’ın Halîli. Bir de, onun ciğerpâresi ve Allah’ın Habibi Hz.Muhammed’in(S.A.V.) nurunu alnında taşıyan mübarek çocuk.

Büyük şefkat… büyük sevgi… Biricik evlat… Allah’a verilen söz… Allah’ın, bu sözü hatırlatışı ve emri… Arkada hadiseden habersiz zavallı ana… Karşıda bıçak… Dağın içinde gizlenen şeytan… Ve her şeyi bilen, gören, Hâzır ve Nâzır Allah.

                                   EMİR ALLAH’TAN!

 Yâ Rab ne büyük an… Ne büyük imtihan…

Resul; Mutî.

Kurbanlık; Mâsum.

Gökte melekler ağlıyor:

-  Sübhanallah, diyorlar, bir Peygamber, bir Peygamberi boğazlayacak!...

Hazret-i  İbrahim, birden bire oğlunu kolundan tuttu. Yanına çekti:

- Elindeki bıçağı ve belindeki ipi bana ver!

Nûrlu çocuk, babasının dediğini yapmıştır.

Hazret-i İbrahim, bıçağı ve ipi bir kenara koparıyor. Sonra oğlunu kucaklıyor.

Nûrlu çocuk şaşırmıştır.

Allah Resulü, durmadan ağlıyor, kendisini zaptedemiyor.

Hazret-i İsmail soruyor:

- Babacığım, niçin ağlıyorsun?

Şu an; artık büyük sırrın meydana konacağı andır. Daha fazla beklemeğe, gizlemeğe vakit müsait değil.

Hazret-i İbrahim, oğluna büyük hakikati söylüyor:

- Evlâdım, oğlum, diyor, seni boğazladığımı, rüyamda gördüm, sen ne dersin? Allah’ın emrine itaat eder misin?...

Bu da bir imtihan. Allah’ın Resulü oğlunu imtihan ediyor…

Bakalım sabredecek mi?... İster sabretsin, ister etmesin, Allah Resulü, Allah’ın emrini yerine getirecek ama, her baba, kendisinde olan bir vasfı, bir meziyeti, evlâdında da görmek ister.

Hazret-i İbrahim, Allah’ın emrine mutî, oğlunda da bu meziyeti görmek istiyor.

Nûrlu çocuk soruyor:

- Babacığım, beni kesmeni Allah sana emretti mi?...

- Evet oğlum, Allah emretti, çünkü ben, Allah’a söz vermiştim: Yâ Rabbî, demiştim, bana bir erkek evlâd ver, bir defa tadını tadayım, sonra onu, sana kurban etmeği vaad ediyorum. Cenab-ı Hak da, seni bana verdi. Gerçi ben, Allah’a karşı olan vaadimi bugüne kadar hiç unutmadım. Ama, babalık şefkatiyle, hep geciktirdim. Nihayet Cenab-ı Hak bana sözümü hatırlattı ve seni kurban etmemi emretti. Ben; Allah’ın emrini yerine getirmeğe mecburum.

Nûrlu çocuğun yüzü gülüyor.

O kadar sevinmiştir ki…

Hazret-i İbrahim, taaccüple:

- Oğlum, diyor, bu sevinç ne? Ben sana, kesileceğini haber veriyorum, sen ise sevincinden divâneye dönüyorsun?

Hazret-i İsmail, memnun ve mes’ut cevap veriyor:

- Babacığım, diyor, nasıl sevinmeyim ki, benim murâdım, dostun rızası üzere, dostla mülâkattır. Ancak Rabbimin rızası beni rahmetinin civarına ve Cennetine idhal eder. Babacığım, sen emir edileni yap, inşallah beni, sabredicilerden bulursun. Fakat; anamın yanından ayrıldığımız zaman, niçin bunu bana söylemedin babacığım? Anamla da helâlleşirdim?

Hazret-i İbrahim’in kalbi, yerinden fırlayacak gibidir.

Babalık şefkatinin müthiş acısından başka, bir de oğlunun ana hasreti ızdırabı, bağrını yakıyor. Ve gözlerindeki yaşlar boşalıyor:

-Oğlum, evlâdım, diyor. Söyleyemedim, korktum. Sen, yahut anan razı olmazsınız da, ben Allah’ın emrini yerine getiremem, diye korktum.

- Korkma, babacığım, korkma. Ben sana nasıl isyan ederim, Allah’ın emrini yerine getirmene nasıl mâni olurum? Senin gibi bir babanın hakkını edâ etmek, en büyük saadettir. Bilhassa Allah’ın emri ve rızası olursa.

Hz. İbrahimin gözlerinden mütemadiyen yaşlar akmaktadır.

Allah’ın Halili, Allah’ın emrine yerine getirmenin, kendisine güç getirmesinden ağlamıyor. Oğluna kıyamadığı için ağlıyor.

Resûlullah Efendimizin, oğlu İbrahim ölünce, mübarek gözlerinden yaşlar akmıştır. Hz. Ebubekir Efendimiz :

– Ya Resûlullah, demişti. Siz bizleri Allah’ın emri olan ölüm karşısında ağlamaktan menettiniz, <<sabredin>> buyurdunuz, niçin sizin gözlerinizden yaş geliyor?

Efendimiz(S.A.V) :

– Gönül mahzûn olur, gözden yaş akar. Bu, şefkatten ileri gelir. İnsanın elinde değildir. Ben sizi, sesle ve feryadla ağlamaktan menederim.

 GÖMLEĞİMİ ANAM KOKLASIN!

İşte şimdi, Hz.İbrahim’şn akıttığı göz yaşı da, mahzûn gönlünün eseri, babalık şefkatinden ileri geliyor. Hz.İsmail :

-   Ağlama babacığım, diyor, ağlama. Oğul feda etmek senden can fedâ etmek benden. İşini çabuk gör, çünkü, benim canım, büyük dostun yüzünü görmekle isticâl ediyor. Babacığım, Nemrûd seni ateşe attığı zaman, sen sabrettin de, Allah senden râzı oldu. Ben de, Allah için boğazlanmağa râzı olayım ki, inşallah, Cenab-ı Hak, benden de râzı olur. Gerçi senden ayrılacağım ama, Rabbıma kavuşacağım. Dünya nimetlerinden mahrum kalacağım ama, Cennet nimetlerine nâil olacağım. Benim için sakın mahzûn olma, bil ki, can acısı bir an içindir. Fakat, ben seni düşünüyorum. Çünkü sen, ömrünün sonuna kadar evlâd acısına sabra ve tahammüle mecbursun. Müsaade eder misin babacığım, bazı ricalarım var, söyleyeyim.

-  Söyle benim gözümün nûru.

- Evvela, iple elimi ayağımı, iyice bağla ki can acısı ile senin işini zorlaştırmıyayım. Elbisenin eteklerini kaldır, kanım sıçrayıp üzerine bulaşmasın. Bıcağı iyice bile ki, ben ruhumu çabuk teslim edeyim. Senin de işin kolay olsun. Beni keserken, yüzüme bakma, belki babalık şefkatin işine mani olur. Sırtımdan gömleğimi çıkar, sonra beni boğazla, temiz gömleğimi anama götür, benden selam söyle, gömleğimi koklasın, benim kokumu alsın, ağlamasın. Onu teselli et. De ki : Şefaatçın senden evvel Cenab-ı Rabbi İzzete gitti. Allah’tan seni ister. Başka şey istemez, memûldür ki, Cenab-ı Hak, onun bu arzusunu reddetmez.

Hz. İbrahim mahzûn mahzûn çiğerpâresine bakarak :

- Ey benim oğlum, diyor, Allah'ın emrini yerine getirmekte sen ne güzel yardımcısın.

 Sonra, ellerini göklere açıyor ve yalvarıyor :

- Ya Rabbi, benim zaafıma ve ihtiyarlığıma merhamet et. Ya Rabbi, benim günahlarım yüzünden, bana merhamet etmezsen, bâri bu mâsum yavruya rahmeyle!

Nûrlu çocuk ellerini göklere açıyor :

-Ey büyük Allahım, diyor, bana, bu büyük emre sabretmemi nasip et…

Ve duruyor, dalmıştır. Gözleri, ufuklarda sanki bir şeyle görmekte…

Sonra babasına dönüyor…

- Babacığım, diyor, bak, bak! Göklerin kapıları açıldı. Bütün Melekler bizi seyrediyorlar. İşte hepsi de hayretlerinden Cenab-ı Hakka karşı secdeye kapandılar : << Ya Rab, diyorlar, bir Peygamber elinde bıçak, Senin rızan için oğlunu kurban etmek üzere, onun baş ucunda bekliyor. Sen bunlara merhamet nazarınla bak Ya Erhamerrâhimin.>>

Sabırlı çocuğun bu sözleri, gamlı babanın ıztırabını büsbütün artırmıştır. Hz.İbrahim, gözlerini elleriyle kapatıyor ve tekrar ağlıyor.

….

Nurlu çocuk :

- Ne duruyorsun, babacığım diyor. Allah’ın emrettiğini yerine getir, Allah’a muhabbete, tevakkuf olmaz.

Hz. İbrahim elemli, elemli :

- Oğul, diyor, sen kesmenin zorluğunu bilmiyorsun, acele etme!

Hz.İsmail gülüyor :

- Babacığım, diyor. Sen benim şu anda gördüğümü görsen, benim yerime kurban edilmeni isterdin.

- Ne görüyorsun yavrum?

- Gördüğüm şu babacığım : Bütün melekler sana bakıyor. Rabbım da bana. Ben istiyorum ki, çarçabuk, şu anda Rabbımın bakışları karşısında, canımı fedâ edeyim.

Hz.İbrahim susuyor.

Birden bire bıçağı eline aldı. Beraber getirdiği bileği taşında güzelce biledi.

Bıçak ustura gibi.

Şöyle bir yokladı : Mükemmel… Filin kellesini bile, bir vuruşta uçurur.

Oğlunu kolundan tuttu, yere yatırdı. Elini ayağını iple bağladı.

 BABACIĞIM ACELE ET!

Mübarek kurban, sağ tarafına yatmıştır, boynu bükük, bekliyor.

Hz.İbrahimin sağ elinde bıçak sol elinde oğlunun toğrağa yaslanmış başı…

Allah Resulü :

- Ya Rab, diyor, bu benim oğlum, kalbimin zineti, gözümün nûru. Şu  cânımın pâresini kurban etmeği bana emrettin, ben de hâlis niyetle ve sadakatla Sana kurban ediyorum ve Sana hamd ediyorum. Ya Rabbî, canımın cânını kurban ederken bana kolaylık ihsan et, sabır ver. Bismillâh…

            Allah Resulü, keskin bıçağı, nûrlu çocuğun boğazına dayadı, onun sâkin haline son bir göz attı, vedâ ediyor :

            - Şimdilik, kıyâmete kadar sana vedâ ediyorum ey benim canımın canı. İnşallah kıyâmette buluşuruz.

            Nur yüzlü çocuğun sabrı tükenmiştir :

            - Babacığım, diyor, bırak vedayı şimdi, emri Hakkı yerine getirmekte acele et, gecikiyorsun. Allah’a güç gelmesin diye korkuyorum.

            Hz.İbrahim, artık Allah’ın emrini yerine getirmekte acele ediyor.

            Tekrar :

            - Bismillah… der demez, Hz. İsmail :

            - Dur babacığım, diyor, bir saniye dur…

            Hz.İbrahim, keskin bıçağı oğlunun boğazına vuracağı sırada, olduğu gibi kalmış ve durmuştur.

            Hz.İsmail :

     -Babacığım, diyor, elimi ayağımı çöz, Melekler bize bakıyorlar. İstiyorum ki, onlar da, benim kendi arzum ile kurban edilmeğe razı olduğumu görsünler.

           NUR VE BIÇAK!

            Hz. İbrahim, hiç cevap vermeden oğlunun, elini, ayağını derhal serbest bıraktıktan sonra, aynı vaziyette kıpırdamadan yatan kurbanın başını tekrar sol eli ile tutmuş, sağ eli ile de körpe boynuna :

            - Bismillah! Diyerek bıçağı bütün kuvveti ile indireceği sırada, eli titremiştir.

            Yapamıyor, gözünden damlayan bir damla yaş çocuğun yanağını ıslatıyor.

            Hz.İsmail :

            -Babacığım, diyor yüzümü ört ki, görmeyesin, babalık şefkatin işine mani olmasın, elin titremesin.

            Hz.İbrahim bir bezle oğlunun yüzünü örtüyor.

            Bu sırada kalbine İlahi hitap :

            - Ya İbrahim! Evlâd muhabbeti mi, seni kusura sevkediyor?

            Hz.İbrahim, bu edaf ilahi haşyetle titriyor, artık kalbinde, yalnız Allah sevgisi var. Başka muahbbet kalmamıştır.

            - Bismillah! Der demez, kıldan ince, kılıçtan keskin bıçak, nurlu çocuğun boynuna inivermiştir.

            Aaaa, bu ne?

            Bıçak, geri tepti ve kesmedi.

            Allah Resulü şaşırmıştır.

            Nurlu çocuk :

- Ne yapıyorsun babacığım? Diyor, yavaş alıyorsun.

Hz.İbrahim :

-Hayır, diyor, hayır oğlum! Bıçak kesmiyor.

-Gayet kuvvetli vur babacığım.

Hz.İbrahim, yine bütün kuvveti ile, keskin bıçağı oğlunun boynuna indiriyor.

Fakat hayır, bıça yine tersine dönmüştür. Kesmiyor.

- Babacığım, hızlı çal boynuma bıçağı !

Hz.İbrahim, büsbütün üzgün ve hayretleriçindedir :

- Evladım, diyor, kesmiyor, bıçak kesmiyor!

Sonra, bıçağı yanında bulunan bir taşa çalıyor, taş iki parça olmuştur.

- Babacığım, bir kere daha bütün kuvvetinle bıçağı vur şah damarıma! Geç kalıyoruz.

Bıçak, peygamber kuvvetinin bütün azameti ile körpe kurbanın, güzel boynuna iniyor, fakat heyhat. Bıçak iki parça olmuştur. Ama, nûrlu çocuğun boynu, sapa sağlamdır. Hz. İbrahim, elinde kalan bıçağın yarısını hiddetle yere atıyor.

Bıçaktan ses :

- Ya İbrahim! Nemrûdun ateşi seni niçin yakmadı?

Allah Resulü sese cevap veriyor :

- Allah, ateşe << Yakma! >> dediği için.

- Ya İbrahim, Allah ateşe bir defa <<Yakma!>>  dedi, halbuki bana yetmiş defa <<Kesme!>> diye emir geldi. Bana sakın kızma.

Kaynak : Hz.İbrahim ve Nemrud Sh.210(Fazilet Neşriyat)

            Daha sonra Hitabı İzzet ile İbrahim A.S.’ın vazifesini yaptığı bildiriliyor. Akabinde Cebrail A.S. bir koç getiriyor ve İsmail A.S. yerine bu koç kurban ediliyor.

 HZ.İSMAİL(A.S) CENAB-I HAK’TAN NE İSTEDİ?

 Hz.İbrahim(A.S.)’ın on yaşındaki oğlu Hz.İsmail(A.S.)’ı kurban etme hadisesinde bıçak kesmeyip Cebrail Aleyhisselam oğlu yerine kurban etmesi için bir koç getirmişti.

 ***

Tam bu sırada, Hitab-ı Rabbi İzzet vaki oluyor! (Allahü Teala Hitab ediyor)

 – Ya İbrahim, benim uğruma kurban edilmeğe razı olan oğlun İsmail’e söyle, şu anda   benden ne dilerse istesin! 

Emir Allah’tan

Büyük lütuf ve ihsan zamanı

Ne isterse derhal verilecek.

Mülk sahibi, hazinesini açtı:

İste ne istersen  al.

Nurlu çocuk, ellerini göklere kaldırıyor ve istiyor: 

-Ya Rab, Senin varlığına ve birliğine iman eden her mü’min, günahı ne olursa olsun, bu imanla Sana gelirse, sen onu affet!…..

İlahi cevap:

-Kabul ettim.

Kainatın Efendisi, Allah’ın Habibi Hazret-i Muhammed Mustafa Sallallahü aleyhi ve sellem’in nurunu alnında taşıyanın istediğini gördünüz mü?

 Kendisi için bir şey istemiyor, mü’minler için istiyor. Her türlü ihsan hazinelerinin kendisine açıldığı anda, başkaları için talep. Bu hal, kainatının Efendisinin nurunun hasletidir. 

Kaynak : Hz.İbrahim ve Nemrud Sh.231(Fazilet Neşriyat)

 ****

            Acaba bizler vefa gösterebiliyor muyuz?

            Günde, haftada, ayda, yılda ve ömrümüzde hususi olarak kaç defa hatırlıyoruz, Salavat okuyoruz. Burada duanın nasıl olacağını da görüyoruz.

Gıyabında yapılan duâ kıymetlidir. Çünkü, Mü’minin, görmeden bir kardeşine yaptığı duâda riyâ ve menfaat yoktur. Fakat hazır olan kimseye yapılan duâda, gösteriş ve çıkar söz konusu olabilir. Bir arada olmayanların birbirlerine yaptıkları duâda yalnız Allah rızâsı gözetildiği için duâları makbûl olur.

Bir hadîs-i şerîfte, “Bir Müslümanın, din kardeşine gıyâbında yaptığı duâ kabûl olunur. Başucunda bir melek vardır. Kardeşine duâ yaptıkça, sana da o kadar der. O meleğin görevi budur” buyurulmuştur.

 ***

 Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver; ahirette de iyilik ver

Ve bizi cehennemin azabından koru.

Ey Rabbimiz! Beni, annemi babamı, ve bütün mü’minleri hesap görüleceği günde bağışla.

23 Mayıs 2025 Cuma

Saliha Hanımlar

Cenab-ı Hak, tüm canlıları olduğu gibi insanoğlunu da erkek ve kadın olmak üzere iki ayrı cins olarak yaratmış, fakat bunları bir bedenin azaları gibi birbirinin tamamlayıcısı kılmıştır. Azaların farklı işleri yapmakla vazifeli olmaları birisinin diğerinden daha az ehemmiyetli olmasını icap ettirmez. Sadece aralarında Mevla’mız tarafından tespit edilen vazife ve sorumluluk farkları vardır. Üstünlük ise takva iledir.

Kur’an-ı Kerim bu yüce hakikati, şu veciz üslubu ile beyan eder:

“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.”[1]

Erkeklerden Allah dostları, yani evliyâullah olduğu gibi kadınlardan da Allah dostları vardır. Allah dostları Kur’an-ı Kerim’de şöyle tarif edilmektedir:

“Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de. Onlar ki Allaha iyman etmişlerdir ve hep takvâ ile korunur dururlar.”[2]

Dikkat edilirse burada iman ve takvaya vurgu yapılmış, fakat Allah’a yakınlık hususunda cinsler arasında bir ayırım yapılmamıştır. Şu kadar var ki velilerin dereceleri, takvalarının mertebelerine göre farklılık arzeder.

Allah-ü Zülcelal Hazretleri saliha kadınları methederken şöyle buyurur: “Saliha kadınlar, itaatkârdırlar. Allah’ın (kendilerini) koruması sayesinde onlar da “gayb”ı korurlar.”[3]

Müfessirler bu Ayet-i Kerime’yi tefsir ederken şöyle demişlerdir: “Saliha kadınlar; dini doğru yaşayıp hayır yapanlardır ki onlar, Allah’a ve eşlerine itaat ederler. Eşleri yanlarında olmadıkları zamanda da namuslarını, eşlerinin mallarını ve üzerlerine vacip olan Allah’ın hukukunu korurlar. Allah da onları korur. O halde siz de o hanımlara iyi muamele edin.”[4]

Ehl-i Sünnet inancına göre kadınlardan peygamber gelmemiştir, fakat evliya gelmiştir. Bunların varlığı Kur’an-ı Kerim ayetleri ve Hadis-i Şeriflerle sabittir.

Mesela Fir’avn’ın hanımı Asiye validemiz ile İsa aleyhisselam’ın annesi Hz. Meryem bunlardandır.

Bu meyanda âlemlerin Efendisine ilk iman eden, hak davasında onu yalnız bırakmayan, tüm servetini Allah’ın Rasulü ve yüce İslam Dini uğrunda harcamaktan çekinmeyen Hz. Hatice validemizi; Peygamber Efendimiz’in neslinin kendisi vasıtasıyla devam edegeldiği muhtereme kızı Fatıma validemizi; takvası, ilmi dirayeti, iffeti ve zühdü, yani dünyaya rağbet etmemesi ile bilinen, aynı zamanda Kur’an ayetleri ile tezkiye edilen Hz. Aişe validemizi ve Peygamber Efendimiz’in diğer zevcelerini hatıra getirmemek mümkün müdür?

İslam tarihi; asr-ı saadetten sonra da Râbiat’ül-Adeviyye, Seyyidet Nefise, Halife Harun Reşid’in hanımı Zübeyde Hatun gibi bilinen ve bilinmeyen nice saliha hanımlara şahitlik etmiştir.

Yakın tarihimize ışık saçan nice Allah dostu saliha hanımlar vardır ki bunlar, köşelerinde ibadetle meşgul olmakla kalmamışlar, İslami ilimleri öğreterek irşat ettikleri nice hanım talebelerle neslin ıslahına vesile olmuşlardır. “Cennet annelerin ayakların altındadır.”[5] Hadis-i Şerif’inin sırrına mazhar olan bu değerlere her zaman dua ve minnet borcumuz vardır.

 

[1] Hucurat, 13

[2] Yunus, 62-63

[3] Nisa, 34

[4] Taberi Tefsiri, Nisa Suresi, 34

[5] Nesâî, Cihad, 6

21 Mayıs 2025 Çarşamba

Kurban İbadeti


 Kurban, lügatte Allah’a (c.c.) yakınlık manasınadır. Fıkıhta ise “Allah-ü Teâlâ’ya manen yakınlık için kurban niyeti ile kesilen hususi hayvan” demektir.

Kurban Bayramı’nda kurban kesmek, hür, mukim, Müslüman ve zengin olan, yani nisaba malik olan kimse için vacip olan bir vazifedir. Kurban kesme günlerinde kurban kesmeye gücü yeten kimse kesmeyip de daha sonra fakir düşse, vacip olan bu kurban vazifesi zimmetinden düşmez. İmam Hasan’ın İmam Ebu Hanife’den rivayetine göre; Kurban Bayramı günlerinde hür, Müslüman, mukim ve zengin olan bir kimsenin kendi adına ve küçük çocukları adına kurban kesmesi vaciptir.[1]

İslami kaynaklarda ibadet maksadıyla kesilen hayvana Udhiyye, eti için kesilen hayvana zebîha denilir. Kurban Bayramı günlerinde ibadet için kesilen kurbanın haricinde “Adak Kurbanı, keffaret kurbanı, çocuk doğduğu zaman kesilen akîka kurbanı, bela ve musibetlerin def’i veya sevap kazanmak için kesilen nafile kurbanlar da vardır.

Mali bir ibadet olan kurban, Hac Suresi’nde şöyle ifade buyrulur:

Kurbanlık büyük baş hayvanları da sizin için Allah'ın dininin nişanelerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Onlar saf saf sıralanmış dururken (kurban edeceğinizde) üzerlerine Allah'ın adını anın. Yanları üzerlerine düşüp canları çıkınca onlardan siz de yiyin, istemeyen fakire de istemek zorunda kalan fakire de yedirin. Şükredesiniz diye onları böylece sizin hizmetinize verdik. Onların etleri ve kanları asla Allah'a ulaşmaz. Fakat ona sizin takvanız (Allah'a karşı gelmekten sakınmanız) ulaşır. Böylece onları sizin hizmetinize verdi ki, size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah'ı büyük tanıyasınız. İyilik edenleri müjdele.[2]

Kurban vecibesi, Hak yolunda fedakarlığın bir nişanı ve Allah-u Teâlâ Hz. lerinin verdiği nimetlerin bir şükrüdür. Bunun neticesi ise, sevaba nail olmak ve bir takım bela ve musibetlerden emin olmaktır.

Dünyanın muhtelif yerlerinde her gün çeşitli maksatlarla kesilen milyonlarca hayvandan çok az bir kısmının senede bir gün ibadet niyeti ile kesilip fakir fukaraya dağıtılmasını hoş görmemek, ne yazık ki bazı kimselerin içine düştükleri gaflet çukurundan çıkamamalarının neticesidir. Halbuki diğer hayvanlar ticari veya şahsi maksatlarla kesilirken kurban hem ibadet hem de sosyal yardımlaşma gayesine matufen kesilir.

Mevla’mızın; “İyilik ve takva yani Allah’a karşı gelmekten sakınma üzere yardımlaşın!”[3] Ayet-i Kerime’sinin sırrına erebilmek ve cemiyete faydalı insan olabilmek için kurbanlarımızı fakir fukaraya, dini ilimleri tahsil eden kimsesiz ve muhtaçlara bağışlamamız, ibadetimizin değerini kat kat artıracaktır.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) bir Hadis-i Şerif’lerinde

Âdemoğlu Kurban Bayramı gününde kurban kesmekten Allah’a daha sevimli gelen bir amel işlememiştir. Şüphesiz o kurban kıyamet gününde boynuzları, tüyleri ve tırnakları ile getirilecektir. Muhakkak kurban kanı yere düşmeden önce Allah’ın rızasındaki kabul mekanına düşer. O halde kurbanınızı güzelinden, iyisinden yapın.”[4] buyurmuşlardır.

Bir başka Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmuştur:

Kim kurban kesmeye imkân bulur da kesmezse bizim namazgâhımıza yaklaşmasın![5]

İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretleri, Peygamber Efendimizin kurban kesmeyenler hakkındaki bu ikaz edici ifadelerini göz önünde bulundurarak Kurbanın vacip olduğuna hükmetmişlerdir.

 

[1] El-Cevheretü’n-Neyyire, Kitabü’l-Udhiyye

[2] Hac, 36-37

[3] Maide, 2

[4] Tirmizi, Edahi 1; İbn-i Mace, Edahi 3 (3126),

[5] İbn-i Mace, Edahi 2 (3123); Ahmed b. Hanbel, 8273

Neme lazım!


Dünya ve ahirette saadet kaynağı olan Yüce İslam dini bizleri kardeş ilan etmiş, kardeşliğin bir gereği olarak da din ve dünya işlerinde birbirimize yardımcı olmayı, faydalı olmayı emretmiştir.

Sevgili Peygamber Efendimiz (Sallallahü aleyhi ve sellem) de Müslümanları bir vücuda benzetir.

Nasıl ki vücudun bir uzvu ağrıdığında bütün vücut ıstırap çekerse, Müslüman da din kardeşinin dertleri ile dertlenmeli, hali ile hallenmelidir.

Ancak bu yardımlaşma, birbirimizi ifsat etmede değil, hayırda güzel işler yapmada olmalıdır.

Yaşadığımız şu imtihan dünyasında hepimizin zaman zaman sıkıntılı ve zayıf hallerimiz olabilir. Hiç birimiz mükemmel değiliz.

Böyle durumlarda Nefsi emmare ve Şeytan-ı Aleyhilla’ne fırsatını bulup  bizleri hataya ve hatta helake sürüklemek isteyecektir.

İşte hakiki mümin, hakiki kardeş, bu tür durumlarda –tabiri caizse-yangına körükle gitmez, kardeşini nefsin ve şeytanın eline bırakmadan onu hayra sevk etmek için gayret eder, çırpınır, dua eder.

 Ayet-i Celile’de Yüce Mevla’mız şöyle buyuruyor:

 ”..Ve İyilik ve Takvada yardımlaşın, günahta ve düşmanlıkta yardımlaşmayın

 ve Allah’tan korkun, Muhakkak Allah’ın azabı şiddetlidir.” (Nisa ,2.ayet) 

Yine hepimizin bildiği Asır suresinde; ”Birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler.”(Ayet.3.) methedilirken, Beled suresinde;“Birbirlerine sabır ve merhamet tavsiye edenler.” (Ayet.17)  den övgü ile bahsedilir.

Bu özellikler her iki ayeti kerimede de ebedi kurtuluşun sebepleri arasında sayılmıştır. Bütün bunlardan anlıyoruz ki; iman sahibi olmak, köşesine çekilip, ”bana ne, nemelazım” demeyi değil, tam tersine, düşen kardeşinin elinden tutmayı icap ettirir.

Süleyman Hilmi Tunahan Efendi Hz. şöyle buyururlardı: ”Her koyunu kendi bacağından asarlar sözü yanlıştır. Neme lazım değil, bana lazım demeli

Yüce Mevla’mız bizleri başıboş yaratmamış, Rahmetinin bir tecellisi olarak, kendi yolunu bulabilmemiz için peygamberlerini göndermiş, devamında da peygamber varisi olan büyük âlimleri insanlığın hizmetine, irşat ve hidayetine memur kılmıştır.

Bütün Peygamberler insanlığa medeniyetin öncülüğünü yaptıkları gibi esas vazifeleri insanlığı Hakka davet olmuştur. Çünkü insanlığın en büyük ihtiyacı hak ile batılı ayırıp, Cenabı Hakkın yoluna girmek, orada devam edip ebedi saadeti, cennet ve cemali ilahiyi kazanmaktır.

Dikkat edilirse her gün beş vakitte, kırk rekat namazda okuduğumuz, Kur’an-ı Kerimin anahtarı olan Fatiha-i Şerife’de Mevla’mıza yönelip;

“Bizleri, nimet verdiğin (sevgili) kullarının (da) yolu olan, kendi yoluna ilet.” diye dua ediyoruz.

 Çünkü istenecek en önemli ihtiyaç Allah’ın yolunda olmaktır.

Yine bu ayeti kerimede, ”beni” değil, “bizleri” ifadesinin kullanılması, Müslümanların birbirlerine dua etmeleri, birbirlerinin hidayetleri için çalışmaları gerektiğini de anlatmaktadır.

Hadisi şerifte sevgili Peygamberimiz(sav) şöyle buyurdular:

“Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz; onu tahkir etmez.“(Sonra üç defa kalbine işaret ederek, şöyle buyurdular) “Takva, şuradadır, Takva şuradadır, Takva şuradadır. Müslüman kardeşini hakir görmesi kişiye kötülük olarak yeter. Her Müslüman’ın namusu, kanı, malı ve haysiyeti Müslüman’a haramdır.” (Müslim”Birr”,32)

Hadis-i Şerifte ise şöyle buyruluyor:

“Sadakanın en faziletlisi, Müslüman bir kişinin ilim öğrenmesi sonra da onu din kardeşine öğretmesidir.”(İbn-i Mace)

11 Mayıs 2025 Pazar

Sabah Namazı

 

sabahsunnetRabbimizin emri olan beş vakit namazın her birinin ayrı değeri ve bizlere kazandırdığı manevi zenginlikleri vardır.

(Hatta namaz içerisindeki rükunların; (yani kıyamın, rüku’ un, secdenin) bile insanın kalbine ve ruhuna tesir ettiği farklı güzellikler ve kazandırdığı dereceler vardır.)

Sabah namazının da farklı faziletleri, bambaşka güzellikleri vardır.

Sabah namazı vakti, imsak kesilmesinden güneşin doğuşuna kadarki süredir.

İşte bu zaman dilimi, bütün mahlukatın Mevla’yı zikrettiği, rızıkların dağıtıldığı, duaların kabul edildiği,maddi ve manevi hacetlerin giderildiği bir vakittir.

Her mümin en azından bu saatte uyanık olmalı; ibadet, zikir ve duadan, Mevla’mızın sonsuz ikram ve ihsanından mahrum kalmamalıdır.

İsra Suresinin 78.Ayetinde şöyle buyrulur:

  Güneşin batıya kaymasından (yani öğle vaktinden), gecenin kararmasına (yani yatsı vaktine) kadar olan namazları kıl, bir de( kıratı ile seçkin olan) sabah namazını kıl. Çünkü sabah namazı, gece ve gündüz meleklerinin hazır bulundukları, şahitlik ettikleri bir namazdır.”

Bu ayet-i kerimede, önce öğleden yatsıya kadar olan dört vakit namaz; sonra da hususen Sabah namazı emredilmiştir.

Burada sabah namazına kalkmanın ve bu namazın yüceliğine de işaret vardır.

Bir hadis-i şerifte; “Sabah namazı o kadar değerlidir ki onda meleklerde hazır olurlar. buyrulmaktadır.(A.Erol,1001 Hadis-i Şerif, S.154)

Ebu Hureyre Hz nin rivâyet ettiği başka bir Hadis-i Şeriflerinde ise Efendimiz (S.A.V) şöyle buyurur:

 “Sizin takip eden gece ve gündüz melekleri vardır. Bunlar  sabah namazında, bir de ikindi namazında(bir nevi nöbet değişimi için)birleşirler.  Sonra Cenab-ı Hakk’ın huzuruna vardıklarında,Rabbimiz kullarının ne yaptıklarını çok iyi bildiği halde,“kullarımı nasıl bıraktınız” diye meleklere sorar. Onlarda “Vardığımız zaman namaz kılarken bulduk, ayrılırken de namaz kılarken bıraktık.”derler. (Riyazüs Sâlihin C.2. S. 377)

Bir İslam büyüğünün bildirdiğine  göre;

“Sabah namazı Cemali İlahi ile,  İkindi namazı Zat-ı İlahi ile, diğer namazlar ise sıfatı İlahiyye ile alakalıdır.”(Namazda tadili Erkan ve huşu,s.19,Fazilet neşriyat)

Bu bakımdan sabah namazına kalkmak ve mümkünse bunu cemaatle eda etmek o gün için yapılması gereken en mühim kulluk görevlerimizdendir.

Sabah namazının  sünneti de vacip derecesine yakın olup, en kuvvetli sünnettir.

Bir Hadis-i Şerifte Efendimiz (sas)şöyle buyurur:

“İki rekat sabah namazının sünneti, dünya ve içerisindeki  her  şeyden daha hayırlıdır.” (Riyazüs-Salihin,1104)

(Onun için,fıkhi bir hüküm olarak;diğer farz namazlarda; cemaatle namaz kılmak için gelen kişi, eğer imam farza başlamış ise sünnet kılmakla meşgul olmaz, direkt  imama uyup farza başlar. Sabah namazında ise durum farklıdır.

Burada eğer sünnetini kılıp da(tahiyyatta bile olsa)  farza yetişebilecek ise önce sünnet kılar sonra yetişebildiği yerden imama uyar.

Bununla beraber, eğer sünnet kılarken cemaati kaçıracaksa o zaman sünneti de terk eder direk farza başlar. Çünkü sabah namazının sünneti ne kadar kuvvetli ise de onu cemaatle eda etmek ondan daha faziletlidir.)

Olanca gayretine rağmen sabah namazına kalkamayan kişi bunu kuşluk vaktinde ilk fırsatta sünneti ile beraber kılar.

Diğer namazların kazasında sünnet kılınmazken bu vakitte yeni bir namaz vakti girmediği için beraberce kılınır.

Bununla beraber vaktinde kalkamadığı için, o vakitteki muazzam tecelliyattan mahrum kaldığı için de derin bir üzüntü duyar Hz. Allahtan Af diler.

(Sabah namazını cemaatle kılmakla alakalı olarak, Hadis-i Şerifte şöyle müjdelenmiştir;

Yatsı namazını cemaatle eda eden gecenin yarısını, sabah namazını cemaatle eda eden ise gecenin diğer yarısını ibadetle geçirmiş gibidir. Bu itibarla ikisini de cemaatle eda etmek gece sabaha kadar ibadetle geçirmek gibidir.”(R.Salihin)

Sabah namazını cemaatle kılmak, aynı zamanda her mümin için en korkunç hal olan münafıklıktan da muhafaza olmaya sebeptir:

Ebû Hüreyre (r.a)den rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sas)şöyle buyurdular:

“Münafıklara sabah ve yatsı namazından daha ağır gelen hiçbir namaz yoktur. İnsanlar bu iki namazda ne kadar çok ecir ve sevap olduğunu bilselerdi, emekleyerek de olsa cemaate gelirlerdi.”(Buhârî, Mevâkît 20)

5 Mayıs 2025 Pazartesi

Sabır ve Namazla Yardım İsteyin.

 Allah-u Zülcelâl nusret ve inayetine çok ihtiyacımız var. Rabbimiz bu ayet-i kerimede Allah’ın yardımına kavuşmanın çaresini göstermiş: “sabır ve namaz.”

Cüneyd-i Bağdadi kuddise sırruh namazda aklına bir düşünce gelirse namazını yeni baştan kılardı.

Alimler, bize salih amel ve ibadetlerin nasip olması için, bedenimizi sadece helal lokma ile beslemenin önemini ifade etmişlerdir.

Namazı kılarken, adet ve alışkanlıkla değil, ne yaptığımızın şuurunda olarak, önem vererek kılmaktır.

Sabır ve Namazla Yardım İsteyin

Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır:

“Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Şüphesiz ki o, huşû sâhibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir. Huşû sâhipleri hakîkaten Rab’lerine kavuşacaklarına ve O’na rücû edeceklerine inanırlar.” (Bakara, 45-46)

İçinde bulunduğumuz ahir zamanda, Allah’ın yardımına çok muhtacız. Hem fert olarak son nefese kadar nefis ve şeytana karşı mücadele ederken, hem de ümmet olarak türlü imtihanlardan geçerken Allah-u Zülcelâl nusret ve inayetine çok ihtiyacımız var. Rabbimiz bu ayet-i kerimede Allah’ın yardımına kavuşmanın çaresini göstermiş: “sabır ve namaz.”

Belki aklımıza şöyle gelebilir; “Biz sabrediyoruz, namaz da kılıyoruz…”

Evet, elbette bir Müslüman olarak elimizden geldiği kadar sabretmeye ve namazlarımızı eda etmeye çalışıyoruz ama bu ayet-i kerimede kast edilen, kamil manadaki sabrı gösterebiliyor muyuz? Hakiki namazı kılabiliyor muyuz?

Sabır, hem Allah’ın emirlerini yerine getirmek, yasaklarından uzak durmak için nefisle mücadele etmek demektir; hem de başa gelen haller karşısında sarsılmamak, sızlanmamak, vazifelerini azim ve sebatla yerine getirmek demektir. Allah-u Zülcelâl buyuruyor ki:

“Ey mü’minler! (İbadetlerin meşakkatlerine ve musibetlere) sabredin, (harp sıkıntılarına tahammül göstererek Allah düşmanlarına) galip gelip (kafirlerle) cihada hazırlıklı ve uyanık olun. Cihada devam adin ve onda sebat edin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki, böylelikle kurtuluşa (ve başarıya) eresiniz” (Al-i İmran, 200)

İşte Allah’ın yardımına vesile olacak olan sabrın manası budur. Namaza gelince…

Hakiki Namaz

Sahabeden bir zat Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin namazdaki halini şöyle anlatmaktadır:

“Bir keresinde Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellemin yanına gitmiştim. Namaz kılıyor ve ağlamaktan dolayı göğsünden, kaynayan kazan sesi gibi sesler geliyordu.” (Ebû Dâvûd, Salât, 156-157)

Ashab-ı kiramın namazdaki huşu hali hakkında da pek çok rivayet vardır. Hz. Esmâ binti Ebûbekir radıyallahu anhaya torunu Abdullâh sordu:

“–Nineciğim! Hazret-i Peygamber’in ashâbı, Kur’ân dinledikleri zaman ne yaparlardı?” diye sordu.

Esmâ radıyallâhu anhâ şu cevâbı verdi:

“–Aynen Kur’ân-ı Kerîm’in bahsettiği gibi, gözlerinden yaşlar dökülür, vücutları ürperirdi.” (Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, II, 365)

Hz. Esma radıyallahu anha Kur’ân-ı Kerîm’in bahsettiği gibi derken, “…Rab’lerinden korkanların, bu Kitâb’ın tesirinden tüyleri ürperir. Derken hem bedenleri hem de gönülleri Allah’ın zikrine ısınıp yumuşar…” (Zümer, 23) ayet-i kerimesini kast etmiştir.

Ashabın namazı hakkında pek çok rivayet vardır. Hz. Ali kerremallahu veçhenin ayağına saplanan oku çıkaramadıkları zaman:

“–Ben namaza durayım da öyle çıkarın!” demişti.

O namazdayken oku çıkardılar. Hz. Ali’nin yüzünde hiçbir acı alameti yoktu. Selâm verdiğinde “Ne yaptınız?” diye yanındakilere soruyordu.

Sahabe efendilerimiz için hayatın asıl gayesi ibadetti. Onları namazda meşgul eden malı düşman biliyorlardı. Mesela Ebû Talha radıyallahu anhın güzel bir bahçesi vardı. Bir gün orada namaz kılarken bir kuşun hareketleri dikkatini dağıttı ve kaçıncı rekatte olduğunu şaşırdı. Bunun üzerine “Bu malım beni fitneye düşürdü” diye düşünerek güzelliğiyle bahçesini Allah yolunda bağışladı.

Allah dostları da onların yolundan gidiyorlardı. Cüneyd-i Bağdadi kuddise sırruh namazda aklına bir düşünce gelirse namazını yeni baştan kılardı.

İslâm âlimlerinden bazıları huşûu tarif ederken, kişinin namaza durduğu zaman sağında solunda kimlerin bulunduğunu bilmeyecek derecede kalbini ibadete vermesi şeklinde izah etmişlerdir. Bu izah, Muâz bin Cebel radıyallahu anhın şu sözünden mülhemdir: “Namazda sağındakini ve solundakini net olarak tanıyan kişi, namaz kılmamış gibidir.”

İmam Gazzâlî rahmetullahi aleyh ise namazdaki huşûun tarifinde “Namaz kılan kimse Rabbi ile gizli konuşur.” (Buhârî, Mevâkıt, 8; Salât, 33) hadisi şerifine dayanarak, kıraat ve tesbihatleri okurken, kelimeleri gaflet içinde telaffuz etmenin Allah ile konuşma sayılamayacağını söylemiştir.

Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi vesellem de kalpte huşu olmadan, dua ve niyaz edilmeden kılınan namazın eksik olacağını bildirerek şöyle buyurmuştur:

 “Namaz ikişer ikişer kılınır. Her iki rekâtta bir teşehhüd vardır. Namaz, huşû duymak, tevâzû ve tezellül izhâr etmektir. (Bitirince de) ellerini, içleri yüzüne dönük olarak Yüce Rabbine kaldırırsın ve; ‘Yâ Rabbi! Yâ Rabbi!’ diye yalvarırsın. Kim bunu yapmazsa namazı eksiktir.” (Tirmizî, Salât, 166/385)

Bütün bunlardan anlaşılacağı gibi, eğer bizler Allah’ın yardımını istiyorsak sabrımızın ve namazımızın hakiki manada olmasına riayet etmemiz gerekmektedir. Peki namazda huşu halini elde etmek için nelere dikkat etmemiz gerekir?

Huşu İçin Dikkat Edilecek Şeyler

Namazda huşu için birinci şart, niyet ederken kalben uyanık olmaktır. Rivâyet edildiğine göre Peygamber efendimizin torunu Hz. Hüseyin radıyallahu anh’ın soyundan gelen Hz. Zeynelâbidîn hazretleri abdest için kalktığında sararıp solar, namaza başlayacağı zaman ayakları titrerdi. Sebebini soranlara:

“–Kimin huzûruna çıkacağımdan haberiniz yok mu?” diye cevap verirdi. (Ebû Nuaym, Hilye, III, 133)

Cüneyd-i Bağdadi hazretleri de namaza niyet ederken, “Vazifemi yapıp bitireyim,” diye düşünmemek gerektiğini, aksine namazın Allah-u Zülcelâl’in huzuruna çıkmak demek olduğunu tefekkür ederek, o şekilde namaza hazırlanmak gerektiğini bildirmiştir.

Allah dostlarından Ebu Said Harraz’a ‘namaza ne ile girilir?’ diye sorulduğunda şu karşılığı vermiştir:

“Namaza durmak demek, kıyamette Allah’ın huzurunda bulunmak gibi, O’na yönelmektir. Sen ve O, karşı karşıyasınız. Arada tercüman yok. Sen O’na yönelmiş münacediyorsun; büyük bir Melik’in huzurunda bulunduğunun bilinci içindesin.”

Buradan da anlaşılabileceği gibi namazı, bir gün muhakkak Rabbinin huzûruna çıkıp hesap vereceğini tefekkür ederek kılan bir kimse huşû hâline ulaşabilir.

Namaza başlarken ilk tekbir anı da çok mühimdir. Cüneyd-i Bağdadi kuddise sırruh, tekbirin, namazın safveti olduğunu haber vermiştir.  

Denir ki, Muhammed bin Yûsuf Fergânî, Hâtim Esamm rahmetullahi aleyhimanın insanlara vaaz ettiğini görür ve şöyle söyler:

“Ey Hâtim! İnsanlara vaaz ettiğini görüyorum, ama sen namazını güzelce kılıyor musun? Nasıl kılıyorsun?” diye sorar. Hâtim rahmetullahi aleyh:

“Abdestimi alıyorum, haşyetle yürüyorum, namaza heybet ve sekîneyle başlıyorum, azametle tekbir alıyorum, Kur’an’ı tertîlle okuyorum, huşûyla rükûa gidiyorum, tevazuyla secde ediyorum, teşehhütte tam oturuyorum, sünnete göre selâm veriyorum ve Rabbime teslim ediyorum. Yaşadığım sürece namazımı hep böyle kılmaya çalışıyorum. Namazı bitirince, nefsimi kınıyorum, kâh namazımın kabul edilmeyeceğinden korkuyorum, kâh kabul edileceğini umudunu taşıyorum. Hep havf ve reca arasında kalıyorum. Böyle namaz kılmayı bana öğretenlere teşekkür ediyorum, soranlara ben de böyle öğretmeye çalıyorum. Beni hidayete erdirdiği için Allah’a hamd ediyorum.”

Bütün bunları dinledikten sonra, Muhammed bin Yusuf rahmetullahi aleyh:

 “Senin gibi birisinin vaaz etmesi uygun.” karşılığını verir.

Bahâüddîn Nakşibend kuddise sirruh’a sordular:

“–Bir kul, namazda nasıl huşûa erer?”

“–Dört şeyle!” buyurup şunları beyân etti:

“1. Helâl lokma,

2. Abdest sırasında gafletten uzak durmak,

3. İlk tekbîri alırken kendini huzurda bilmek,

4. Namaz dışında da Hakk’ı aslâ unutmamak, yâni namazdaki huzur, sükûn ve mâsiyetten uzakta durma hâlini namazdan sonra da devâm ettirebilmek.”

Şah-ı Nakşibend hazretleri bu maddeler ile, namazda huşu halini elde etmek için kendimizi namaz dışında da muhafaza etmenin gerektiğini hatırlatmaktadır.

Alimler, bize salih amel ve ibadetlerin nasip olması için, bedenimizi sadece helal lokma ile beslemenin önemini ifade etmişlerdir. Haramla beslenen bir beden, günahlara meyleder, ibadetten hoşlanmaz.

Namaza Önem Vermeli

Elbette namaz boyunca huşu halini muhafaza etmek zordur. Kalp, her an değişir. Bir havuza benzeyen kalbe her yandan duygu ve düşünceler gelir. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem dahi bir keresinde kendisine hediye edilen güzel bir elbise ile namaz kıldıktan sonra selam verince elbiseyi çıkardı ve:

“–Bu elbiseyi geri ver, namazda gözüm nakışlarına takıldı. Neredeyse namazda huzûrumu kaçıracaktı.” buyurdu. (Muvatta, Salât, 67; Buhârî, Salât, 14)

Demek ki, namazda kalbi muhafaza etmek için bazı harici şartlara da riayet etmek lazımdır. Mesela namaz kıldığımız yerde bizi meşgul edecek görüntüler olmamalıdır.

Zamanımızda bilhassa, televizyon sesinin olduğu bir yerde namaz kılmaktan kaçınmak gerekir. Çünkü insan, gözünü secde yerine indirmek suretiyle muhafaza etse de kulağına girecek seslere mani olamaz. Seslerin onda türlü düşünceler ve hayalleri harekete geçirmesi kaçınılmazdır.

Kokular da duyguları harekete geçirir. Mesela sofra hazırken, yemek kokuları ortalığı kaplamışken aç bir kişi namazda huşu hissedemez. Nitekim Hz. Aişe radıyallahu anha annemiz:

“Ben Rasûlullah’ın “Sofra hazır iken ve (abdest bozma ihtiyacıyla) sıkışık vaziyette iken namaz kılınmaz” dediğini duydum.” (Ebu Davud, Taharet, 43) demiştir.

Namaza önem veren bir mümin, namazı aradan çıkarıp rahat rahat yemek yemeği değil; yemeği aradan çıkarıp rahat rahat namaz kılmayı düşünmelidir.

Namazın dar vakitte kılınması da huşu haline mani olur. Çünkü insan az bir zamanı olduğunda acele acele namaz kılacak, belki rüku, secde gibi rükünleri şekil itibarıyla bile yerine getiremeyecektir. Namazı ilk vaktinde kılmanın sevabı o yüzden daha fazladır.

Huşu esas olarak kalple ilgili bir haldir ama bedende de tesirleri görülür. Eğer kalp huşu içinde olursa insan namazda sağa sola bakmaz, eliyle elbisesini, saçını sakalını düzeltmez. Zaruret olmadıkça namazda hareket edilmemesi gerekir. 

Hz. Ebubekir ve Abdullah bin Zübeyr radıyallahu anhuma namazda hiç kıpırdamazlardı ve görenler: “İşte namazda huşu budur” derlerdi.

Namazda sabit durmak, dikkati toplamak için faydalıdır. Nitekim beynimiz bir şeyi düşünürken gözlerimiz de sağa sola hareket eder. Gözleri secde yerinde sabit tutmak, düşüncelerin bizi meşgul etmesine engel olmanın en iyi yoludur. Nitekim buna işaretle Tâbiînin büyüklerinden Katade rahmetullahi aleyh:

“Huşu’ kalptedir ve namazda secde yerine bakmaktır” demiştir.

Hepsinden önemlisi, namazı kılarken, adet ve alışkanlıkla değil, ne yaptığımızın şuurunda olarak, önem vererek kılmaktır. Son söz olarak hadis-i şerifteki emir bize yeter:

“Namaza durduğunda veda eden kişi gibi kıl…” (İbni Mace, Zühd, 15).

Allah-u Zülcelâl makbul ibadetler nasip eylesin. Amin.

 Kaynak: Gülistan Dergisi 

 

 

4 Mayıs 2025 Pazar

Cenâb-ı Hakk’a daha yakın olmak için

 ALLAH DOSTLARININ TEVECCÜHÜNÜ KAZANMAK

Ferîdüddîn Attâr (rah.), Mantıku’t-Tayr isimli eserinde şöyle yazmıştır:

Kuşlardan birisi, bir gün Hüdhüd kuşuna şöyle sordu:

“Sen ne sebeple, Cenâb-ı Hakk’a bizden daha yakın oldun? Hâlbuki görünürde bizden bir farkın yoktur.”

Hüdhüd şu cevabı verdi: “Ben bu makama, ne altın ne gümüşle, ne de sadece kendi tâatim sebebiyle nâil oldum. Sırf Süleyman aleyhisselâm’ın himmetli bir nazarının bana isabet eylemesi sebebiyle bu devlete nâil oldum. Bunun için ömrü, Mevlâ’ya tâat ile geçirmeli ki Süleyman aleyhisselâm gibi büyük bir zâtın nazarına nâil olunabilsin. Kul, Hak Teâlâ’nın dergâhında kabule ancak böyle lâyık olur.”

Önce Kendine Bak!