24 Mayıs 2025 Cumartesi
23 Mayıs 2025 Cuma
Saliha Hanımlar
Cenab-ı Hak, tüm canlıları olduğu gibi insanoğlunu da erkek ve kadın olmak üzere iki ayrı cins olarak yaratmış, fakat bunları bir bedenin azaları gibi birbirinin tamamlayıcısı kılmıştır. Azaların farklı işleri yapmakla vazifeli olmaları birisinin diğerinden daha az ehemmiyetli olmasını icap ettirmez. Sadece aralarında Mevla’mız tarafından tespit edilen vazife ve sorumluluk farkları vardır. Üstünlük ise takva iledir.
Kur’an-ı Kerim bu yüce hakikati, şu veciz üslubu ile beyan eder:
“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.”[1]
Erkeklerden Allah dostları, yani evliyâullah olduğu gibi kadınlardan da Allah dostları vardır. Allah dostları Kur’an-ı Kerim’de şöyle tarif edilmektedir:
“Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de. Onlar ki Allaha iyman etmişlerdir ve hep takvâ ile korunur dururlar.”[2]
Dikkat edilirse burada iman ve takvaya vurgu yapılmış, fakat Allah’a yakınlık hususunda cinsler arasında bir ayırım yapılmamıştır. Şu kadar var ki velilerin dereceleri, takvalarının mertebelerine göre farklılık arzeder.
Allah-ü Zülcelal Hazretleri saliha kadınları methederken şöyle buyurur: “Saliha kadınlar, itaatkârdırlar. Allah’ın (kendilerini) koruması sayesinde onlar da “gayb”ı korurlar.”[3]
Müfessirler bu Ayet-i Kerime’yi tefsir ederken şöyle demişlerdir: “Saliha kadınlar; dini doğru yaşayıp hayır yapanlardır ki onlar, Allah’a ve eşlerine itaat ederler. Eşleri yanlarında olmadıkları zamanda da namuslarını, eşlerinin mallarını ve üzerlerine vacip olan Allah’ın hukukunu korurlar. Allah da onları korur. O halde siz de o hanımlara iyi muamele edin.”[4]
Ehl-i Sünnet inancına göre kadınlardan peygamber gelmemiştir, fakat evliya gelmiştir. Bunların varlığı Kur’an-ı Kerim ayetleri ve Hadis-i Şeriflerle sabittir.
Mesela Fir’avn’ın hanımı Asiye validemiz ile İsa aleyhisselam’ın annesi Hz. Meryem bunlardandır.
Bu meyanda âlemlerin Efendisine ilk iman eden, hak davasında onu yalnız bırakmayan, tüm servetini Allah’ın Rasulü ve yüce İslam Dini uğrunda harcamaktan çekinmeyen Hz. Hatice validemizi; Peygamber Efendimiz’in neslinin kendisi vasıtasıyla devam edegeldiği muhtereme kızı Fatıma validemizi; takvası, ilmi dirayeti, iffeti ve zühdü, yani dünyaya rağbet etmemesi ile bilinen, aynı zamanda Kur’an ayetleri ile tezkiye edilen Hz. Aişe validemizi ve Peygamber Efendimiz’in diğer zevcelerini hatıra getirmemek mümkün müdür?
İslam tarihi; asr-ı saadetten sonra da Râbiat’ül-Adeviyye, Seyyidet Nefise, Halife Harun Reşid’in hanımı Zübeyde Hatun gibi bilinen ve bilinmeyen nice saliha hanımlara şahitlik etmiştir.
Yakın tarihimize ışık saçan nice Allah dostu saliha hanımlar vardır ki bunlar, köşelerinde ibadetle meşgul olmakla kalmamışlar, İslami ilimleri öğreterek irşat ettikleri nice hanım talebelerle neslin ıslahına vesile olmuşlardır. “Cennet annelerin ayakların altındadır.”[5] Hadis-i Şerif’inin sırrına mazhar olan bu değerlere her zaman dua ve minnet borcumuz vardır.
[1] Hucurat, 13
[2] Yunus, 62-63
[3] Nisa, 34
[4] Taberi Tefsiri, Nisa Suresi, 34
[5] Nesâî, Cihad, 6
21 Mayıs 2025 Çarşamba
Kurban İbadeti
Kurban, lügatte Allah’a (c.c.) yakınlık manasınadır. Fıkıhta ise “Allah-ü Teâlâ’ya manen yakınlık için kurban niyeti ile kesilen hususi hayvan” demektir.
Kurban Bayramı’nda kurban kesmek, hür, mukim, Müslüman ve zengin olan, yani nisaba malik olan kimse için vacip olan bir vazifedir. Kurban kesme günlerinde kurban kesmeye gücü yeten kimse kesmeyip de daha sonra fakir düşse, vacip olan bu kurban vazifesi zimmetinden düşmez. İmam Hasan’ın İmam Ebu Hanife’den rivayetine göre; Kurban Bayramı günlerinde hür, Müslüman, mukim ve zengin olan bir kimsenin kendi adına ve küçük çocukları adına kurban kesmesi vaciptir.[1]
İslami kaynaklarda ibadet maksadıyla kesilen hayvana Udhiyye, eti için kesilen hayvana zebîha denilir. Kurban Bayramı günlerinde ibadet için kesilen kurbanın haricinde “Adak Kurbanı, keffaret kurbanı, çocuk doğduğu zaman kesilen akîka kurbanı, bela ve musibetlerin def’i veya sevap kazanmak için kesilen nafile kurbanlar da vardır.
Mali bir ibadet olan kurban, Hac Suresi’nde şöyle ifade buyrulur:
“Kurbanlık büyük baş hayvanları da sizin için Allah'ın dininin nişanelerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Onlar saf saf sıralanmış dururken (kurban edeceğinizde) üzerlerine Allah'ın adını anın. Yanları üzerlerine düşüp canları çıkınca onlardan siz de yiyin, istemeyen fakire de istemek zorunda kalan fakire de yedirin. Şükredesiniz diye onları böylece sizin hizmetinize verdik. Onların etleri ve kanları asla Allah'a ulaşmaz. Fakat ona sizin takvanız (Allah'a karşı gelmekten sakınmanız) ulaşır. Böylece onları sizin hizmetinize verdi ki, size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah'ı büyük tanıyasınız. İyilik edenleri müjdele.“[2]
Kurban vecibesi, Hak yolunda fedakarlığın bir nişanı ve Allah-u Teâlâ Hz. lerinin verdiği nimetlerin bir şükrüdür. Bunun neticesi ise, sevaba nail olmak ve bir takım bela ve musibetlerden emin olmaktır.
Dünyanın muhtelif yerlerinde her gün çeşitli maksatlarla kesilen milyonlarca hayvandan çok az bir kısmının senede bir gün ibadet niyeti ile kesilip fakir fukaraya dağıtılmasını hoş görmemek, ne yazık ki bazı kimselerin içine düştükleri gaflet çukurundan çıkamamalarının neticesidir. Halbuki diğer hayvanlar ticari veya şahsi maksatlarla kesilirken kurban hem ibadet hem de sosyal yardımlaşma gayesine matufen kesilir.
Mevla’mızın; “İyilik ve takva yani Allah’a karşı gelmekten sakınma üzere yardımlaşın!”[3] Ayet-i Kerime’sinin sırrına erebilmek ve cemiyete faydalı insan olabilmek için kurbanlarımızı fakir fukaraya, dini ilimleri tahsil eden kimsesiz ve muhtaçlara bağışlamamız, ibadetimizin değerini kat kat artıracaktır.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) bir Hadis-i Şerif’lerinde
“Âdemoğlu Kurban Bayramı gününde kurban kesmekten Allah’a daha sevimli gelen bir amel işlememiştir. Şüphesiz o kurban kıyamet gününde boynuzları, tüyleri ve tırnakları ile getirilecektir. Muhakkak kurban kanı yere düşmeden önce Allah’ın rızasındaki kabul mekanına düşer. O halde kurbanınızı güzelinden, iyisinden yapın.”[4] buyurmuşlardır.
Bir başka Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmuştur:
“Kim kurban kesmeye imkân bulur da kesmezse bizim namazgâhımıza yaklaşmasın!”[5]
İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretleri, Peygamber Efendimizin kurban kesmeyenler hakkındaki bu ikaz edici ifadelerini göz önünde bulundurarak Kurbanın vacip olduğuna hükmetmişlerdir.
[1] El-Cevheretü’n-Neyyire, Kitabü’l-Udhiyye
[2] Hac, 36-37
[3] Maide, 2
[4] Tirmizi, Edahi 1; İbn-i Mace, Edahi 3 (3126),
[5] İbn-i Mace, Edahi 2 (3123); Ahmed b. Hanbel, 8273
Neme lazım!
Dünya ve ahirette saadet kaynağı olan Yüce İslam dini bizleri kardeş ilan etmiş, kardeşliğin bir gereği olarak da din ve dünya işlerinde birbirimize yardımcı olmayı, faydalı olmayı emretmiştir.
Sevgili Peygamber Efendimiz (Sallallahü aleyhi ve sellem) de Müslümanları bir vücuda benzetir.
Nasıl ki vücudun bir uzvu ağrıdığında bütün vücut ıstırap çekerse, Müslüman da din kardeşinin dertleri ile dertlenmeli, hali ile hallenmelidir.
Ancak bu yardımlaşma, birbirimizi ifsat etmede değil, hayırda güzel işler yapmada olmalıdır.
Yaşadığımız şu imtihan dünyasında hepimizin zaman zaman sıkıntılı ve zayıf hallerimiz olabilir. Hiç birimiz mükemmel değiliz.
Böyle durumlarda Nefsi emmare ve Şeytan-ı Aleyhilla’ne fırsatını bulup bizleri hataya ve hatta helake sürüklemek isteyecektir.
İşte hakiki mümin, hakiki kardeş, bu tür durumlarda –tabiri caizse-yangına körükle gitmez, kardeşini nefsin ve şeytanın eline bırakmadan onu hayra sevk etmek için gayret eder, çırpınır, dua eder.
Ayet-i Celile’de Yüce Mevla’mız şöyle buyuruyor:
”..Ve İyilik ve Takvada yardımlaşın, günahta ve düşmanlıkta yardımlaşmayın
ve Allah’tan korkun, Muhakkak Allah’ın azabı şiddetlidir.” (Nisa ,2.ayet)
Yine hepimizin bildiği Asır suresinde; ”Birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler.”(Ayet.3.) methedilirken, Beled suresinde;“Birbirlerine sabır ve merhamet tavsiye edenler.” (Ayet.17) den övgü ile bahsedilir.
Bu özellikler her iki ayeti kerimede de ebedi kurtuluşun sebepleri arasında sayılmıştır. Bütün bunlardan anlıyoruz ki; iman sahibi olmak, köşesine çekilip, ”bana ne, nemelazım” demeyi değil, tam tersine, düşen kardeşinin elinden tutmayı icap ettirir.
Süleyman Hilmi Tunahan Efendi Hz. şöyle buyururlardı: ”Her koyunu kendi bacağından asarlar sözü yanlıştır. Neme lazım değil, bana lazım demeli”
Yüce Mevla’mız bizleri başıboş yaratmamış, Rahmetinin bir tecellisi olarak, kendi yolunu bulabilmemiz için peygamberlerini göndermiş, devamında da peygamber varisi olan büyük âlimleri insanlığın hizmetine, irşat ve hidayetine memur kılmıştır.
Bütün Peygamberler insanlığa medeniyetin öncülüğünü yaptıkları gibi esas vazifeleri insanlığı Hakka davet olmuştur. Çünkü insanlığın en büyük ihtiyacı hak ile batılı ayırıp, Cenabı Hakkın yoluna girmek, orada devam edip ebedi saadeti, cennet ve cemali ilahiyi kazanmaktır.
Dikkat edilirse her gün beş vakitte, kırk rekat namazda okuduğumuz, Kur’an-ı Kerimin anahtarı olan Fatiha-i Şerife’de Mevla’mıza yönelip;
“Bizleri, nimet verdiğin (sevgili) kullarının (da) yolu olan, kendi yoluna ilet.” diye dua ediyoruz.
Çünkü istenecek en önemli ihtiyaç Allah’ın yolunda olmaktır.
Yine bu ayeti kerimede, ”beni” değil, “bizleri” ifadesinin kullanılması, Müslümanların birbirlerine dua etmeleri, birbirlerinin hidayetleri için çalışmaları gerektiğini de anlatmaktadır.
Hadisi şerifte sevgili Peygamberimiz(sav) şöyle buyurdular:
“Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz; onu tahkir etmez.“(Sonra üç defa kalbine işaret ederek, şöyle buyurdular) “Takva, şuradadır, Takva şuradadır, Takva şuradadır. Müslüman kardeşini hakir görmesi kişiye kötülük olarak yeter. Her Müslüman’ın namusu, kanı, malı ve haysiyeti Müslüman’a haramdır.” (Müslim”Birr”,32)
Hadis-i Şerifte ise şöyle buyruluyor:
“Sadakanın en faziletlisi, Müslüman bir kişinin ilim öğrenmesi sonra da onu din kardeşine öğretmesidir.”(İbn-i Mace)
11 Mayıs 2025 Pazar
Sabah Namazı
Rabbimizin emri olan beş vakit namazın her birinin ayrı değeri ve bizlere kazandırdığı manevi zenginlikleri vardır.
(Hatta namaz içerisindeki rükunların; (yani kıyamın, rüku’ un, secdenin) bile insanın kalbine ve ruhuna tesir ettiği farklı güzellikler ve kazandırdığı dereceler vardır.)
Sabah namazının da farklı faziletleri, bambaşka güzellikleri vardır.
Sabah namazı vakti, imsak kesilmesinden güneşin doğuşuna kadarki süredir.
İşte bu zaman dilimi, bütün mahlukatın Mevla’yı zikrettiği, rızıkların dağıtıldığı, duaların kabul edildiği,maddi ve manevi hacetlerin giderildiği bir vakittir.
Her mümin en azından bu saatte uyanık olmalı; ibadet, zikir ve duadan, Mevla’mızın sonsuz ikram ve ihsanından mahrum kalmamalıdır.
İsra Suresinin 78.Ayetinde şöyle buyrulur:
“Güneşin batıya kaymasından (yani öğle vaktinden), gecenin kararmasına (yani yatsı vaktine) kadar olan namazları kıl, bir de( kıratı ile seçkin olan) sabah namazını kıl. Çünkü sabah namazı, gece ve gündüz meleklerinin hazır bulundukları, şahitlik ettikleri bir namazdır.”
Bu ayet-i kerimede, önce öğleden yatsıya kadar olan dört vakit namaz; sonra da hususen Sabah namazı emredilmiştir.
Burada sabah namazına kalkmanın ve bu namazın yüceliğine de işaret vardır.
Bir hadis-i şerifte; “Sabah namazı o kadar değerlidir ki onda meleklerde hazır olurlar.” buyrulmaktadır.(A.Erol,1001 Hadis-i Şerif, S.154)
Ebu Hureyre Hz nin rivâyet ettiği başka bir Hadis-i Şeriflerinde ise Efendimiz (S.A.V) şöyle buyurur:
“Sizin takip eden gece ve gündüz melekleri vardır. Bunlar sabah namazında, bir de ikindi namazında(bir nevi nöbet değişimi için)birleşirler. Sonra Cenab-ı Hakk’ın huzuruna vardıklarında,Rabbimiz kullarının ne yaptıklarını çok iyi bildiği halde,“kullarımı nasıl bıraktınız” diye meleklere sorar. Onlarda “Vardığımız zaman namaz kılarken bulduk, ayrılırken de namaz kılarken bıraktık.”derler. (Riyazüs Sâlihin C.2. S. 377)
Bir İslam büyüğünün bildirdiğine göre;
“Sabah namazı Cemali İlahi ile, İkindi namazı Zat-ı İlahi ile, diğer namazlar ise sıfatı İlahiyye ile alakalıdır.”(Namazda tadili Erkan ve huşu,s.19,Fazilet neşriyat)
Bu bakımdan sabah namazına kalkmak ve mümkünse bunu cemaatle eda etmek o gün için yapılması gereken en mühim kulluk görevlerimizdendir.
Sabah namazının sünneti de vacip derecesine yakın olup, en kuvvetli sünnettir.
Bir Hadis-i Şerifte Efendimiz (sas)şöyle buyurur:
“İki rekat sabah namazının sünneti, dünya ve içerisindeki her şeyden daha hayırlıdır.” (Riyazüs-Salihin,1104)
(Onun için,fıkhi bir hüküm olarak;diğer farz namazlarda; cemaatle namaz kılmak için gelen kişi, eğer imam farza başlamış ise sünnet kılmakla meşgul olmaz, direkt imama uyup farza başlar. Sabah namazında ise durum farklıdır.
Burada eğer sünnetini kılıp da(tahiyyatta bile olsa) farza yetişebilecek ise önce sünnet kılar sonra yetişebildiği yerden imama uyar.
Bununla beraber, eğer sünnet kılarken cemaati kaçıracaksa o zaman sünneti de terk eder direk farza başlar. Çünkü sabah namazının sünneti ne kadar kuvvetli ise de onu cemaatle eda etmek ondan daha faziletlidir.)
Olanca gayretine rağmen sabah namazına kalkamayan kişi bunu kuşluk vaktinde ilk fırsatta sünneti ile beraber kılar.
Diğer namazların kazasında sünnet kılınmazken bu vakitte yeni bir namaz vakti girmediği için beraberce kılınır.
Bununla beraber vaktinde kalkamadığı için, o vakitteki muazzam tecelliyattan mahrum kaldığı için de derin bir üzüntü duyar Hz. Allahtan Af diler.
(Sabah namazını cemaatle kılmakla alakalı olarak, Hadis-i Şerifte şöyle müjdelenmiştir;
”Yatsı namazını cemaatle eda eden gecenin yarısını, sabah namazını cemaatle eda eden ise gecenin diğer yarısını ibadetle geçirmiş gibidir. Bu itibarla ikisini de cemaatle eda etmek gece sabaha kadar ibadetle geçirmek gibidir.”(R.Salihin)
Sabah namazını cemaatle kılmak, aynı zamanda her mümin için en korkunç hal olan münafıklıktan da muhafaza olmaya sebeptir:
Ebû Hüreyre (r.a)den rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sas)şöyle buyurdular:
“Münafıklara sabah ve yatsı namazından daha ağır gelen hiçbir namaz yoktur. İnsanlar bu iki namazda ne kadar çok ecir ve sevap olduğunu bilselerdi, emekleyerek de olsa cemaate gelirlerdi.”(Buhârî, Mevâkît 20)
5 Mayıs 2025 Pazartesi
Sabır ve Namazla Yardım İsteyin.
Allah-u Zülcelâl nusret ve inayetine çok ihtiyacımız var. Rabbimiz bu ayet-i kerimede Allah’ın yardımına kavuşmanın çaresini göstermiş: “sabır ve namaz.”
Cüneyd-i Bağdadi kuddise sırruh namazda aklına bir düşünce gelirse namazını yeni baştan kılardı.
Alimler, bize salih amel ve ibadetlerin nasip olması için, bedenimizi sadece helal lokma ile beslemenin önemini ifade etmişlerdir.
Namazı kılarken, adet ve alışkanlıkla değil, ne yaptığımızın şuurunda olarak, önem vererek kılmaktır.
Sabır ve Namazla Yardım İsteyin
Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır:
“Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Şüphesiz ki o, huşû sâhibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir. Huşû sâhipleri hakîkaten Rab’lerine kavuşacaklarına ve O’na rücû edeceklerine inanırlar.” (Bakara, 45-46)
İçinde bulunduğumuz ahir zamanda, Allah’ın yardımına çok muhtacız. Hem fert olarak son nefese kadar nefis ve şeytana karşı mücadele ederken, hem de ümmet olarak türlü imtihanlardan geçerken Allah-u Zülcelâl nusret ve inayetine çok ihtiyacımız var. Rabbimiz bu ayet-i kerimede Allah’ın yardımına kavuşmanın çaresini göstermiş: “sabır ve namaz.”
Belki aklımıza şöyle gelebilir; “Biz sabrediyoruz, namaz da kılıyoruz…”
Evet, elbette bir Müslüman olarak elimizden geldiği kadar sabretmeye ve namazlarımızı eda etmeye çalışıyoruz ama bu ayet-i kerimede kast edilen, kamil manadaki sabrı gösterebiliyor muyuz? Hakiki namazı kılabiliyor muyuz?
Sabır, hem Allah’ın emirlerini yerine getirmek, yasaklarından uzak durmak için nefisle mücadele etmek demektir; hem de başa gelen haller karşısında sarsılmamak, sızlanmamak, vazifelerini azim ve sebatla yerine getirmek demektir. Allah-u Zülcelâl buyuruyor ki:
“Ey mü’minler! (İbadetlerin meşakkatlerine ve musibetlere) sabredin, (harp sıkıntılarına tahammül göstererek Allah düşmanlarına) galip gelip (kafirlerle) cihada hazırlıklı ve uyanık olun. Cihada devam adin ve onda sebat edin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki, böylelikle kurtuluşa (ve başarıya) eresiniz” (Al-i İmran, 200)
İşte Allah’ın yardımına vesile olacak olan sabrın manası budur. Namaza gelince…
Hakiki Namaz
Sahabeden bir zat Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin namazdaki halini şöyle anlatmaktadır:
“Bir keresinde Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellemin yanına gitmiştim. Namaz kılıyor ve ağlamaktan dolayı göğsünden, kaynayan kazan sesi gibi sesler geliyordu.” (Ebû Dâvûd, Salât, 156-157)
Ashab-ı kiramın namazdaki huşu hali hakkında da pek çok rivayet vardır. Hz. Esmâ binti Ebûbekir radıyallahu anhaya torunu Abdullâh sordu:
“–Nineciğim! Hazret-i Peygamber’in ashâbı, Kur’ân dinledikleri zaman ne yaparlardı?” diye sordu.
Esmâ radıyallâhu anhâ şu cevâbı verdi:
“–Aynen Kur’ân-ı Kerîm’in bahsettiği gibi, gözlerinden yaşlar dökülür, vücutları ürperirdi.” (Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, II, 365)
Hz. Esma radıyallahu anha Kur’ân-ı Kerîm’in bahsettiği gibi derken, “…Rab’lerinden korkanların, bu Kitâb’ın tesirinden tüyleri ürperir. Derken hem bedenleri hem de gönülleri Allah’ın zikrine ısınıp yumuşar…” (Zümer, 23) ayet-i kerimesini kast etmiştir.
Ashabın namazı hakkında pek çok rivayet vardır. Hz. Ali kerremallahu veçhenin ayağına saplanan oku çıkaramadıkları zaman:
“–Ben namaza durayım da öyle çıkarın!” demişti.
O namazdayken oku çıkardılar. Hz. Ali’nin yüzünde hiçbir acı alameti yoktu. Selâm verdiğinde “Ne yaptınız?” diye yanındakilere soruyordu.
Sahabe efendilerimiz için hayatın asıl gayesi ibadetti. Onları namazda meşgul eden malı düşman biliyorlardı. Mesela Ebû Talha radıyallahu anhın güzel bir bahçesi vardı. Bir gün orada namaz kılarken bir kuşun hareketleri dikkatini dağıttı ve kaçıncı rekatte olduğunu şaşırdı. Bunun üzerine “Bu malım beni fitneye düşürdü” diye düşünerek güzelliğiyle bahçesini Allah yolunda bağışladı.
Allah dostları da onların yolundan gidiyorlardı. Cüneyd-i Bağdadi kuddise sırruh namazda aklına bir düşünce gelirse namazını yeni baştan kılardı.
İslâm âlimlerinden bazıları huşûu tarif ederken, kişinin namaza durduğu zaman sağında solunda kimlerin bulunduğunu bilmeyecek derecede kalbini ibadete vermesi şeklinde izah etmişlerdir. Bu izah, Muâz bin Cebel radıyallahu anhın şu sözünden mülhemdir: “Namazda sağındakini ve solundakini net olarak tanıyan kişi, namaz kılmamış gibidir.”
İmam Gazzâlî rahmetullahi aleyh ise namazdaki huşûun tarifinde “Namaz kılan kimse Rabbi ile gizli konuşur.” (Buhârî, Mevâkıt, 8; Salât, 33) hadisi şerifine dayanarak, kıraat ve tesbihatleri okurken, kelimeleri gaflet içinde telaffuz etmenin Allah ile konuşma sayılamayacağını söylemiştir.
Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi vesellem de kalpte huşu olmadan, dua ve niyaz edilmeden kılınan namazın eksik olacağını bildirerek şöyle buyurmuştur:
“Namaz ikişer ikişer kılınır. Her iki rekâtta bir teşehhüd vardır. Namaz, huşû duymak, tevâzû ve tezellül izhâr etmektir. (Bitirince de) ellerini, içleri yüzüne dönük olarak Yüce Rabbine kaldırırsın ve; ‘Yâ Rabbi! Yâ Rabbi!’ diye yalvarırsın. Kim bunu yapmazsa namazı eksiktir.” (Tirmizî, Salât, 166/385)
Bütün bunlardan anlaşılacağı gibi, eğer bizler Allah’ın yardımını istiyorsak sabrımızın ve namazımızın hakiki manada olmasına riayet etmemiz gerekmektedir. Peki namazda huşu halini elde etmek için nelere dikkat etmemiz gerekir?
Huşu İçin Dikkat Edilecek Şeyler
Namazda huşu için birinci şart, niyet ederken kalben uyanık olmaktır. Rivâyet edildiğine göre Peygamber efendimizin torunu Hz. Hüseyin radıyallahu anh’ın soyundan gelen Hz. Zeynelâbidîn hazretleri abdest için kalktığında sararıp solar, namaza başlayacağı zaman ayakları titrerdi. Sebebini soranlara:
“–Kimin huzûruna çıkacağımdan haberiniz yok mu?” diye cevap verirdi. (Ebû Nuaym, Hilye, III, 133)
Cüneyd-i Bağdadi hazretleri de namaza niyet ederken, “Vazifemi yapıp bitireyim,” diye düşünmemek gerektiğini, aksine namazın Allah-u Zülcelâl’in huzuruna çıkmak demek olduğunu tefekkür ederek, o şekilde namaza hazırlanmak gerektiğini bildirmiştir.
Allah dostlarından Ebu Said Harraz’a ‘namaza ne ile girilir?’ diye sorulduğunda şu karşılığı vermiştir:
“Namaza durmak demek, kıyamette Allah’ın huzurunda bulunmak gibi, O’na yönelmektir. Sen ve O, karşı karşıyasınız. Arada tercüman yok. Sen O’na yönelmiş münacediyorsun; büyük bir Melik’in huzurunda bulunduğunun bilinci içindesin.”
Buradan da anlaşılabileceği gibi namazı, bir gün muhakkak Rabbinin huzûruna çıkıp hesap vereceğini tefekkür ederek kılan bir kimse huşû hâline ulaşabilir.
Namaza başlarken ilk tekbir anı da çok mühimdir. Cüneyd-i Bağdadi kuddise sırruh, tekbirin, namazın safveti olduğunu haber vermiştir.
Denir ki, Muhammed bin Yûsuf Fergânî, Hâtim Esamm rahmetullahi aleyhimanın insanlara vaaz ettiğini görür ve şöyle söyler:
“Ey Hâtim! İnsanlara vaaz ettiğini görüyorum, ama sen namazını güzelce kılıyor musun? Nasıl kılıyorsun?” diye sorar. Hâtim rahmetullahi aleyh:
“Abdestimi alıyorum, haşyetle yürüyorum, namaza heybet ve sekîneyle başlıyorum, azametle tekbir alıyorum, Kur’an’ı tertîlle okuyorum, huşûyla rükûa gidiyorum, tevazuyla secde ediyorum, teşehhütte tam oturuyorum, sünnete göre selâm veriyorum ve Rabbime teslim ediyorum. Yaşadığım sürece namazımı hep böyle kılmaya çalışıyorum. Namazı bitirince, nefsimi kınıyorum, kâh namazımın kabul edilmeyeceğinden korkuyorum, kâh kabul edileceğini umudunu taşıyorum. Hep havf ve reca arasında kalıyorum. Böyle namaz kılmayı bana öğretenlere teşekkür ediyorum, soranlara ben de böyle öğretmeye çalıyorum. Beni hidayete erdirdiği için Allah’a hamd ediyorum.”
Bütün bunları dinledikten sonra, Muhammed bin Yusuf rahmetullahi aleyh:
“Senin gibi birisinin vaaz etmesi uygun.” karşılığını verir.
Bahâüddîn Nakşibend kuddise sirruh’a sordular:
“–Bir kul, namazda nasıl huşûa erer?”
“–Dört şeyle!” buyurup şunları beyân etti:
“1. Helâl lokma,
2. Abdest sırasında gafletten uzak durmak,
3. İlk tekbîri alırken kendini huzurda bilmek,
4. Namaz dışında da Hakk’ı aslâ unutmamak, yâni namazdaki huzur, sükûn ve mâsiyetten uzakta durma hâlini namazdan sonra da devâm ettirebilmek.”
Şah-ı Nakşibend hazretleri bu maddeler ile, namazda huşu halini elde etmek için kendimizi namaz dışında da muhafaza etmenin gerektiğini hatırlatmaktadır.
Alimler, bize salih amel ve ibadetlerin nasip olması için, bedenimizi sadece helal lokma ile beslemenin önemini ifade etmişlerdir. Haramla beslenen bir beden, günahlara meyleder, ibadetten hoşlanmaz.
Namaza Önem Vermeli
Elbette namaz boyunca huşu halini muhafaza etmek zordur. Kalp, her an değişir. Bir havuza benzeyen kalbe her yandan duygu ve düşünceler gelir. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem dahi bir keresinde kendisine hediye edilen güzel bir elbise ile namaz kıldıktan sonra selam verince elbiseyi çıkardı ve:
“–Bu elbiseyi geri ver, namazda gözüm nakışlarına takıldı. Neredeyse namazda huzûrumu kaçıracaktı.” buyurdu. (Muvatta, Salât, 67; Buhârî, Salât, 14)
Demek ki, namazda kalbi muhafaza etmek için bazı harici şartlara da riayet etmek lazımdır. Mesela namaz kıldığımız yerde bizi meşgul edecek görüntüler olmamalıdır.
Zamanımızda bilhassa, televizyon sesinin olduğu bir yerde namaz kılmaktan kaçınmak gerekir. Çünkü insan, gözünü secde yerine indirmek suretiyle muhafaza etse de kulağına girecek seslere mani olamaz. Seslerin onda türlü düşünceler ve hayalleri harekete geçirmesi kaçınılmazdır.
Kokular da duyguları harekete geçirir. Mesela sofra hazırken, yemek kokuları ortalığı kaplamışken aç bir kişi namazda huşu hissedemez. Nitekim Hz. Aişe radıyallahu anha annemiz:
“Ben Rasûlullah’ın “Sofra hazır iken ve (abdest bozma ihtiyacıyla) sıkışık vaziyette iken namaz kılınmaz” dediğini duydum.” (Ebu Davud, Taharet, 43) demiştir.
Namaza önem veren bir mümin, namazı aradan çıkarıp rahat rahat yemek yemeği değil; yemeği aradan çıkarıp rahat rahat namaz kılmayı düşünmelidir.
Namazın dar vakitte kılınması da huşu haline mani olur. Çünkü insan az bir zamanı olduğunda acele acele namaz kılacak, belki rüku, secde gibi rükünleri şekil itibarıyla bile yerine getiremeyecektir. Namazı ilk vaktinde kılmanın sevabı o yüzden daha fazladır.
Huşu esas olarak kalple ilgili bir haldir ama bedende de tesirleri görülür. Eğer kalp huşu içinde olursa insan namazda sağa sola bakmaz, eliyle elbisesini, saçını sakalını düzeltmez. Zaruret olmadıkça namazda hareket edilmemesi gerekir.
Hz. Ebubekir ve Abdullah bin Zübeyr radıyallahu anhuma namazda hiç kıpırdamazlardı ve görenler: “İşte namazda huşu budur” derlerdi.
Namazda sabit durmak, dikkati toplamak için faydalıdır. Nitekim beynimiz bir şeyi düşünürken gözlerimiz de sağa sola hareket eder. Gözleri secde yerinde sabit tutmak, düşüncelerin bizi meşgul etmesine engel olmanın en iyi yoludur. Nitekim buna işaretle Tâbiînin büyüklerinden Katade rahmetullahi aleyh:
“Huşu’ kalptedir ve namazda secde yerine bakmaktır” demiştir.
Hepsinden önemlisi, namazı kılarken, adet ve alışkanlıkla değil, ne yaptığımızın şuurunda olarak, önem vererek kılmaktır. Son söz olarak hadis-i şerifteki emir bize yeter:
“Namaza durduğunda veda eden kişi gibi kıl…” (İbni Mace, Zühd, 15).
Allah-u Zülcelâl makbul ibadetler nasip eylesin. Amin.
Kaynak: Gülistan Dergisi
4 Mayıs 2025 Pazar
Cenâb-ı Hakk’a daha yakın olmak için
ALLAH DOSTLARININ TEVECCÜHÜNÜ KAZANMAK
Ferîdüddîn Attâr (rah.), Mantıku’t-Tayr isimli eserinde şöyle yazmıştır:
Kuşlardan birisi, bir gün Hüdhüd kuşuna şöyle sordu:
“Sen ne sebeple, Cenâb-ı Hakk’a bizden daha yakın oldun? Hâlbuki görünürde bizden bir farkın yoktur.”
Hüdhüd şu cevabı verdi: “Ben bu makama, ne altın ne gümüşle, ne de sadece kendi tâatim sebebiyle nâil oldum. Sırf Süleyman aleyhisselâm’ın himmetli bir nazarının bana isabet eylemesi sebebiyle bu devlete nâil oldum. Bunun için ömrü, Mevlâ’ya tâat ile geçirmeli ki Süleyman aleyhisselâm gibi büyük bir zâtın nazarına nâil olunabilsin. Kul, Hak Teâlâ’nın dergâhında kabule ancak böyle lâyık olur.”
-
Bir horoz varmış. Her sabah ezan okuyormuş. Sahibi demiş ki; -Tekrar tekrar ezan okuma! Yoksa tüylerini yolarım. Bu tehdit karşısında horoz ...
-
Gazneli Mahmut’un Peygamber Efendimizin mübarek ismine olan saygısını anlatan ibretli bir kıssa… Hindistan fâtihi Gazneli Mahmud’un “ Muhamm...
-
Günümüz tabiriyle, kimsenin insan yerine koymadığı, herkesin hor ve hakir gördüğü, Hayber Yahudilerinden Amir’in, sürülerini otlatan Habeşli...